Bozgun Afeti

Değerli dostlar,

İttihatçılardan bir kısmının yaptıklarından pişmanlık duyduklarını açıklamıştım. Bunlardan biri de Hafız Hakkı Paşa’dır.

Aşağıdaki yazıyı lütfen ibretle okuyunuz. Bakınız, bir vatan toprağının bırakılıp gidilmesi insanda nasıl bir infial meydana getiriyor.

Vaktiyle Balkanlar’da yapılan hataların aynısı şimdi Anadolu’da yapılmaktadır. Balkanlar’da başımıza gelen felaket, -Allah korusun- Anadolu’da da başımıza gelirse, korkarım ki, aşağıda okuyacağınız yazıyı yazacak, pişmanlık duyacak bir tane paşa bulamayacağız. Bu ağlamaklı ifadeleri duyuracabileceğimiz bir tek millet evladı hayatta kalmayacak. Bu ifadeleri yayınlayabilecek bir ortam dahi bulamayacağız. Yazının sonunda : Artık benim için hayatın yegane emeli, biricik gayesi ordunun namusuna sürülen kara lekeyi silmek ve inleyen esir kardeşlerimin bir gün imdadına yetişmektir, diyor. Ama gerçekten bu kara lekeyi silebilecek zaman bulamamış, kardeşlerinin imdadına yetişememiştir. Geçmiş olsun.

Allah Teala, aynı kaderi halen Anadolu’da yaşan biz “Batı Türk Hakınlığı” mensubu bu aziz millete yaşatmasın.

Ağlamak da bir meziyettir.

Bakınız Hafız Hakkı Paşa ne diyor:

“Rumeli’nin ortasında, Perister’in yalçın eteklerinde, çağlayanlar, ormanlar, bahçeler, yeşillikler içinde, bugün düşman ayakları altında sevimli bir Türk şehri var (Manastır-MT) .

Orada beyaz bir camiin, ince beyaz minaresinin dibinde, dallarına sarı güller sarılmış, küçük bir servinin gölgesinde yirmi sene evvel biricik kardeşimi gömdüğüm; sarı saçlarını, ela gözlerini, uçuk yüzünü, narin zayıf endamını bir daha görmemek üzere kara topraklara bıraktığım zaman, gözümün önünde cihan zindan kesilmiş idi. Ondan sonra bir kumral saç, bir ela göz, bir narin vücut, ince bir servi, sarı bir gül gönlümü elemle titretir, ruhumda fırtınalar uyandırırdı. Benim benliğime, ruhuma, kalbime ezelden bağlı olan kardeşimi elimden alan ecel canımı almak için karşıma çıksa, gözümü kırpmadan üzerine atılır, bütün maddi, manevi kuvvetlerimle uğraşırdım. Sevgili bir kardeşin ölümü, kalbimde bütün insanlar için sızlayan bir yumuşaklık, bir hassasiyet, fakat ölüme karşı ateşli bir husumet uyandırmış idi.

Bugün Manastır’ın Orizar ovasında, Gavat geçitlerinde, Pirlepe Dağları’nda kardeşim kadar sevdiğim nice canlar yatıyor… Kumanova tepelerinde, Kosova Sahrası’nda, Siroz’un altın ovalarında yüz binlerce kardeş ve kız kardeşimizin ruhları, bizlere vazifesini yapamayan, bozgun afetine kapılarak o candan aziz toprakları, düşmanlara bırakan orduya, melul ve sitemkar bakıyor.

Daha pek genç yaşımda, bir kardeş ölümünden yüreğimde duyduğum garipliği, ruhumda hasıl olan ateşli fırtınaları şimdi daha büyük, daha şiddetli, daha acı, daha ateşli, daha kanlı olarak duyuyorum. Şimdi Manastır’a pek benzeyen Bursa’nın zümrüt ovaları, ince uzun kavakları bana Manastır ovalarını hazin hazin hatırlatıyor. Şimdi bana Kızılırmak’ın uğultusu, bir çok kadınlara, kızlara, ihtiyarlara mezar olan koca Vardar’dan bir sürü şühedanın müşterek ah-u vahı gibi geliyor. Yüksek hayaller, şairane tasavvurlar uyandıran Bursa’nın Keşiş Dağı, Selanik’in Beyaz Kale bahçesinden beyaz şahikalarıyla görünen ve dünkü Yunan hududumuzda yükselen Olemp’i, Tesalya ovalarını, Çatalca’yı, Dömeke’yi hazin hazin düşündürüyor. Manzarasıyla benliğime, ruhuma kuvvet veren Fatih minarelerinden bir sürü ruhlar bana; “Ey Meşhed’i bırakan bedbaht ordunun subayı! Hala nasıl yaşıyorsun!” diyor. Bütün ordunun bozgunlukları omuzlarımı çökertiyor, yüzümü yerlere kapatıyor. Kan ağlayan kalbim kalan vatan parçalarının bütün güzellikleri için kardeşini kaybetmiş bir insan şefkatiyle titriyor. Güzel Rumeli’nin acı, ateşli hatıraları bana Konya, Erzurum, Bağdat, Mekke için yavrusu çalınan bir kartal şefkati ve hırçınlığını veriyor.

Altın mehtaplar, gümüş çağlayanlar, zümrüt ormanlar, güzel göller, çiçekler, şakıyan bülbüller, cıvıldayan kuşlar, bana hep Osmanlılığın sevgili Rumeli’sini acı acı düşündürüyor. Yüreğimde Anadolucuğumuza büyük şefkat, mübarek Rumeli’yi çiğneyenlere pek ateşli fırtınalı bir husumet uyandırıyor.

Artık benim için şafaklar kan ve şebnemli gözyaşı, davul sesi inilti, musiki feryattır.!

Artık benim için hayatın yegane emeli, biricik gayesi ordunun namusuna sürülen kara lekeyi silmek ve inleyen esir kardeşlerimin bir gün imdadına yetişmektir”.

 

Bozgun afeti gelmeden uyanmak bugün en mukaddes vazifemizdir.

Uyarmak vatan borcumdur.

Not:

Meşhed’in ne demek olduğunu açıklamalıyım:

Üçüncü Osmanlı Padişahı olan ve “Hüdavendigar” lakabıyla şöhret bulan I. Murat, 1389 yılında, Haçlı ordusunu Kosova’da büyük bir mağlubiyete uğratmıştı. Harbin sonunda Miloş adlı bir Sırp asilzadesi padişaha gizli bir şey söylemek bahanesiyle yanına yaklaşıp hançerlemişti. Birinci Murat bu yara neticesinde vefat edince naaşı Bursa’ya getirilmiş, iç organları ise Kosova sahrasına gömülüp, buraya sonra bir türbe yapılmıştı. “Meşhed-i Hüdavendigar” veya “Meşhed” olarak bilinen bu türbe halen mevcut bulunmaktadır. Bunun karşısında Sırplar, Miloş’un büyük bir heykelini yapmışlardır.

Yorum Yap