Kategori Arşivi Cevaplar

İstiklal Savaşında Kaç Subay Ölmüş!

Türk İstiklal Savaşı’nda İngiliz Yalanları…

Şimdi kitap yazsam okumayacaklar, biliyorum. Ama aynı İngilizlerin yalanları, aldatmaları bugün bile devam ediyor. İngilizler İslam aleminin bütününde müthiş yalanlar söyleyerek Müslümanları kandırmışlar ve Anadolu’nun Türklerin elinden alınması için bütün dünyayı harekete geçirmişlerdir. Uydurdukları yalanların çoğunu biliyorsunuz. “Türklerin kuyruğu var” yalanı gibi…

İstiklal Savaşı görünüzde Yunanlılara karşı yapılmıştır. Ama Yunan Efzunları’nı Anadolu’ya süren İngilizlerdir. Bu konu ile ilgili binlerce cilt kitap vardır.

İngiliz propagandasının etkisinden kurtulmak isteyen Müslümanları bu konuyu araştırmaya devam ediyorum.

İngiliz politikaları halen yürütülmeye devam ediyor. Bu propagandaların etkisi altında kalan kardeşlerimiz gerçeği bir türlü göremiyorlar ve tabii ki Türk Milletinin 21. Yüzyıl mücadelesi bu sebeple yine mağlubiyete doğru seyrediyor.

Sonraki Sayfa »

Bir Arkadaşıma Cevabımdır – Bana Cihad’ı Anlatır Mısınız?

Bana Cihad’ı Anlatır Mısınız?

Değerli dostlar,

Bu akşam www.firatnews.com sitesinden alıntı yaparak yayınlamış bulunduğum, Ermenilerin vaktiyle oturdukları yerlere tekrar gelip yerleşmeleri ile ilgili nostaljik yazıya pek çok değerli bir arkadaşım aşağıdaki şekilde yorum yapmıştır. Bu değerli arkadaşım bürokrattır. Kendisi ile ilişkilerimiz çok sıcaktır. Ancak görüleceği üzere, paylaştığım bir yazıyı eleştirmiştir.

Kendisine teşekkür ediyorum.

Değerli arkadaşımın yazısına elbette cevap hakkım doğmuştur. Kendisi ile direkt olarak sen-ben yapmak istemiyorum. Cevabî yazımı okuyacağından eminim.

Sonraki Sayfa »

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına Açık Mektup

Sayın Başbakan,

Ülkemizde gelişen olaylar karşısında size; sade, samimi duygularımla ve uyarı niteliğinde, bu satırları yazma ihtiyacı duydum.

Aynı zamanda, aynı eğitim kurumunda bulunmanın verdiği, ortak kültür paydasında bulunduğumuz düşüncesi bana bu satırları size yazma cesareti vermiştir.

Sayın Başbakan,

Büyük Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başbakanısınız. Size bu açıdan büyük saygımız vardır. Saygı ile beraber aynı zamanda büyük bir güvenimiz de vardır.

İnanıyorum ki, siz de böylesine devasa büyük bir devletin başbakanı olmanın onurunu taşıyorsunuz.

Makamınız çok önemli bir makamdır. Bunun derin bilinci içinde olduğunuza inanıyorum.

Makamınızın; Sultan Alparslan’ın, Sultan Fatih’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın makamı ile aynı olduğunu biliyoruz, biliyorsunuz.

Sonraki Sayfa »

ERTEKİN KARDEŞİME

Değerli Kardeşim,
Bana zaman zaman Türkiye’nin meselelerini ilgilendiren konularda yazan köşe yazarlarının makalelerini gönderiyorsun. İlgine teşekkür ederim. Bu demektir ki; benim de bu konulardaki görüşlerime değer veri-yorsun. Ve benden elbette ki bu konulardaki yaklaşımımı, yani görüşlerimi istiyorsun. Ya da ilgili konulardaki fikirlerimi merak ediyorsun. Belki de mevcut siyasi iktidarın uygulamalarına bakıyorsun, bu uygulamaları onaylıyorsun, benim bu uygulamaları onaylamadığımı düşünerek beni ikna etmeye, değiştirmeye çalışıyorsun. Bunların hepsi ayrı ayrı değer verdiğim düşünceler. Senin de bu konularda elbette ki bir siyasi görüşünün bulunduğunu ve bu siyasi görüşün mevcut siyasi uygulamalarla örtüştüğünü ima etmeye çalışıyorsun. Elbette ki saygı duyarım. Bir arkadaş olarak beni eleştirmenden daha tabii bir şey olamaz. Bundan mutluluk duyuyorum. Ama isterdim ki bu konularda yazdığım iki kitabı okuyarak beni anlasaydın. Yazdığım kitaplar aslında birer araştırma. Ben filozof değilim, yeni bir şey yazmadım. Tarihi ve sosyal olayları araştırarak bazı sonuçlara vardım. İsterdim ki vardığım sonuçları kitaplara bakarak eleştirmiş olsaydın…
Neyse…
Değerli kardeşim,
Bana son gönderdiğin makale Ergun Babahan’ın Star Gazetesi’nde yazdığı makale idi. Elbette ki okudum. Özellikle Yahudi lobisi ile ilgili tekrar yazmışsın. O tekrarı da okudum. Geçenlerde de Ayşe Hür’ün bir yazısını göndermiştin. Onu da okumuştum.
Ertekin, seninle bu konularda fikir teatisi yapamam. Sen benden daha tecrübelisin. Görüşlerin daha ileri ve devlet memuru olman hasebiyle daha olgunsun. Senin eline su dökemem. Zaten benim de seni bu konularda ikna etmek gibi bir çabam söz konusu olamaz.
Ancak, benim fikirlerimin, daha doğrusu endişelerimin kaynağını da sana izah etmem gerektiğine inanıyorum. Çünkü; Allah esirgesin, farkında olmadan bir “kozmopolitan” davranış içerisine girilirse, bu davranış yavaş yavaş bütün bir kitlenin davranışı haline gelirse, bu, devletimizin sonu demek olur. Bunun için düşüncelerimi açıklamak ve neden böyle düşündüğümü anlatmak mecburiyetindeyim.
Yukarıda “kozmopolitan” kelimesini kullandım. Herhalde ne demek istediğimi bana soracaksın. İzah etmeye çalışayım.
“Kozmopolitan” kelimesinin lûgat anlamı “yeryüzü vatandaşlığı” demektir. Kökü çok eskilere, milât öncesi üçüncü binyıla kadar dayanıyor. Yunan Stoa mektebinde felsefî bir nitelik kazanan ve bilhassa devletin, vatandaşlarını dinî inançları dolayısıyla dışladığı hâllerde ortaya çıkan Kozmopalitanizm, en trajik örneğini Roma İmparatorluğu’nun beklenmedik bir şekilde suratının üstüne yere çakılmasında oynadığı rol ile göstermiştir. Bu son derece yıkıcı bir tesir yaratmıştır. Çünkü; kozmopolitanizm “belirli bir vatan” fikrini reddeder. Anarşist Emma Goldman’ın ifâdesiyle, “vatanseverliği hürriyete yöneltilmiş bir tehdit” olarak görür ve ekstrem hâllerde, düşman, evinin eşiğinden içeri girmeğe teşebbüs etmediği takdirde, ona direnç göstermez. Bu Roma’da böyle olmuştu. Asırlarca Hıristiyan vatandaşlarına sırf Hıristiyan oldukları için zulmeden Roma -sonradan her ne kadar bu dini resmî din hâline getirmiş olsa da- vatandaşlarıyla arasındaki kalbî bağ kopmuştu. Öyle ki, 410 yılında Gotlar Roma’ya girdiklerinde sokaklardan dereler gibi kan akıttılar ama Hıristiyanlara dokunmadılar. Çünkü Roma’nın çift başlı kartalını kendileri için bir değer ve anlam ifâde etmez bulan Hıristiyan Romalılar Gotlara, kendilerine dokun-madıkları sürece onlara karşı mukavemet etmeyeceklerini bildirmişlerdi. Bilmem anlatabildim mi?
Şunu demek istiyorum. Bu ülkenin omurgası, asıl taşıyıcı elemanı olan milleti kozmopolitanlaştırırsanız, yarın bunun bedelini ödeyemezsiniz. Çünkü kozmopolitanların intikamı korkunç olur. Zira vatan, evlatlarından kan bedeli isteğinde vermeğe yanaşmazlar, devlet çatırdamaya başladığında, “zâten benim devletim değildi ki” derler. Nitekim işte şimdi bu gelenekten gelen bu ekip Türkiye’yi tasfiye ediyor. Öyle bir şekilde tasfiye ediyor ki (mesela Ali Bulaç anlamış olmalı herhalde), Türk halkı gözlerinin önünde oynanan trajediyi anlayamıyor. Türkiye’nin durumu bu değil mi? Bununla ilgili de ayrı bir yazı yazayım mı? Yoksa Kitap mı göndereyim?
Yandaş basın diye nitelendirilen basındaki köşe yazarlarının tümü milleti işte bu şekilde kozmopolitanlaştırmakla meşguldür. Bir Ahmet Altan’ı oku, bir Mehmet Altan’ı, bir Yasemin Çongar’ı, bir Mümtazer Türköne’yi oku. Ama sistemli oku. Göreceksin ki gerçekten bunlar bir stratejinin köşe taşları. Görevli insanlar.
ABD’nin yurdumuzda yaratmak istediği büyük değişime “açılım” diyen ve aslında bunun bir “Kürt açılımı” olduğunu inkar etmeyen ve “Kürt açılımının” mimarlarından olan, bizim camiamızın eski duayenlerinden Mümtazer Türköne’yi örnek vermek istiyorum. Ergun Babahan, Ayşe Hür gibi üçüncü, beşinci, onuncu dereceden yazarlar hiç önemli değil. Onlar ellerine tutuşturulan verilere göre teknik olarak yazıyorlar. Tam anlamıyla beşinci kol faaliyeti yürütüyorlar. Yoksa bu ülkenin çocukları kendi vatanları aleyhine bu kadar suçlamalarda bulunmazlar. Velev ki devlet bu cürümleri işlemiş olsa bile, gaz odalarında fareler gibi kendi vatandaşlarını yakmış olsa bile vatanları aleyhinde bulunmazlar.
Kürt açılımının mimarı, Turgut Özal’ın çevresini kuşatan “Yeni Osmanlıcı” ekibin içinde yer alan, Tansu Çiller’e danışmanlık yaparak kendisine kimlik arayan Mümtazer Türköne “Barış ve Geleceği Birlikte Aramak-Kürt Sorunu” adlı konferansının açılış konuşmasında şunları söylüyor:
“Hepimiz Kürd’üz. Türkiye’de yaşayan 72 milyon insan gibi ben de biraz Kürd’üm. Bir Kürt gibi düşünüyor, yaşıyor ve geleceğe bakıyorum. Ortada büyük bir Kürdistan haritası var. İsteyen rüya görsün, isteyen kabus. Artık bu gerçeklerle yüzleşmemiz lazım.”
Sabah Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında hızını alamayarak şunu söyleyebiliyor:
“Siyasi çözüm evresine girdik. Ana dilde dilekçe, referandumla bir kentin adını değiştirme hakkı verilebilir. Diyarbakır’ın adı “AMED” olabilir”.
Mümtazer Türköne yine hızını alamamış ve 4-6 Haziran 2006 tarihli Zaman Gazetesi’nde yazdığı “TÜRK KANI VE KANGAL KÖPEĞİ-ERGENEKON” başlıklı yazısında bak ne buyuruyor:
“Saf Türk kanı diye tek tip bir kan cinsi mevcut değildir. Bu topraklarda saf kan bir ırk ararsanız ancak Türk çoban köpeği olan Kangal’ı bulabilirsiniz. Şayet Türk milletini bir hayvanla sembolize etmek gerekirse, bu sıfata layık tek canlı, damarlarında yüzde yüz Türk kanı dolaşan asil Kangal köpeği olabilir. Türk milletinin tarih boyunca en büyük dostu, sürülerini koruyan ve sonuna kadar sadık kalan köpek olmuştur. Bu toplumun liderlerinde ve koruyucularından beklediğini de ancak Kangal karşılar”.
Aynı Türköne “Apo’ya paşa unvanı verelim, maaş bağlayalım, Türkbükü’ne sürgüne gönderelim” buyuruyor.
Burada Mümtazer Türköne’den bu mücadelenin bir prototipi olarak bahsettim. Diğerlerinin tümünü oku, Hüseyin Gülerce dahil, göreceksin ki hepsinin ortak paydası Amerikan beşinci kol komitacısı olmaktır. Yoksa Türk milletini niye bu kadar aşağılasınlar, niye bu kadar düşmanlık göstersinler, niye devlete düşman olsunlar. Keşke sana, okumaya tahammül etsen de, daha bir sürü örnek verebilsem. Mesela Obama Türkiye’ye geldiğinde “evin büyüğü geldi” diyenleri yazabilsem.
Değerli kardeşim, devlet, nihai tahlilde iktidar demektir. Vaktiyle devletin bir takım uygulamaları olmuşsa, bu uygulamaları bugün kalkıp ta anlayıp dinlemeden hatalı bulmak, o devrin şartlarını bilmeden bugün olmuş gibi eleştirmek, devleti suçlamak ve milleti devletine karşı kozmopolitan bir hale getirmek son derece tehlikeli girişimlerdir. Biraz okuyan, devamlı takip eden, düşmanını bilen elit tabaka yavaş yavaş bunu anlamaya başlıyor. Nitekim yine bizim yelpazenin önde gelen yazarlarından Ali Bulaç, Yeni Harman Dergisi’nin Kasım sayısında bak ne diyor:
“Ben bu telefon dinlemelerinin cemaatin insiyatifi ile olduğunu sanmıyorum. Cemaate sempati duyanlar bu işlerin içinde olabilirler, ama bence bu NATO merkezli bir operasyondur. Türkiye’nin bir başkalaşım geçirmesini öngören bir projedir. Türkiye Postkemalizm bir döneme girmektedir. Bütün eskiye dair kodları değişmektedir. Yeni ve daha katılımcı bir projedir. Buna dahil olamayacak bölümler tasfiye olmaktadır. ABD’nin lojistik desteği de çok kuvvetlidir hiç şüphe yok.”
Bilmiyorum görebildin mi? Ali Bulaç son derece mülayim bir üslupla anlatıyor. Devletin tasfiye edildiğini görebiliyor, ancak bu kadarını söyleyebiliyor.

Değerli kardeşim,
Yakında rahmetli olan arkadaşım, köylüm, değerli bilim adamı, filozof Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu şöyle bir ifade kullanmıştı: “Türk milleti halet-i nezdedir.” Yani ölüme yönünü dönmüştür. Allah esirgesin. Ama gerçek bu. Eğer elit tabaka, aydın tabaka şu anda bunu anlamazsa, millet kozmopolitan duruma gelirse, devletimiz Roma’nın akıbetinden kendisini kurtaramaz.
Daha çok yazmak isterdim. Okumaya tahammülünün olmayabileceğini düşündüğüm için yazmıyorum.
Umarım ki, benim bu konudaki görüşlerimin nerelerden kaynaklandığını anlamışsındır.
Sana en derin muhabbetlerimi sunuyorum sevgili kardeşim.
Kardeşin Mikdat
28.11.2010

HABİP BEY KARDEŞİME

Değerli Kardeşim Habip,
Sitemde paylaştığım bir video ile ilgili yorum yaptın. Yorumunu ilgiyle okudum. Yorumunun cevabını facebook’taki “yorum yap” sütunlarında vermek istemedim. Özellikle sana ayrıntılı olarak yazmak istedim. Çünkü sen benim çok yakınımsın. Değer verdiğim bir kardeşimsin.
Her şeyden önce bu gibi konularda duyarlı olduğun için teşekkür ederim. Bu konuda yorum yapan ilk kişisin yakınlarım arasında. Çok memnun oldum. Bu demektir ki, bu tip konularla ilgileniyorsun, bilgilisin ve sosyalsin. Desteklediğin yazarlar var, partiler var, cemaatler var, kişiler var. Bu duyarlılığın bana inan gurur verdi. En azından bu konuları tartışabileceğim çok yakınım olan bir arkadaşım var demektir.
Tabii ki bu konularla ben de ilgiliyim. Benim de desteklediğim, karşı olduğum kişiler, partiler, görüşler var. Bundan daha olağan bir şey olamaz. En azından bizim zihnimize kazılan “demokrasi” kavramının biz de oluşturduğu izlenim bu. Demokrasi söyleminin bize sağladığı kazanım bu. Herkes hür bir şekilde istediğini düşünebilir!
Habip, video ile ilgili yorumuna gelince… Bu videoyu Yılmaz Dikbaş direkt olarak bana gönderdi. Yılmaz Dikbaş’la doğrudan görüşüyorum. Şu anda Antalya’da oturuyor, İstanbul’da doğmuş. Vatanperver bir insan! Kitapları var. Atatürkçü bir düşünür ve yazar. O da kendisine göre düşünceleri, görüşleri olan bir insan. Mesela; kitaplarından birinin adı: Avrupa Birliği Yolunda Tabuta Çakılan Son Çivi! Diğer biri kitabı “İğfal”. Yani Avrupa Birliği’nin yardımlar yaparak kullandığı gazetecileri ve kuruluşları anlatan bir kitap. Para verilerek düşünceleri iğfal edilmiş, satın alınmış gazetecileri ve kuruluşları anlatıyor. Bu kitapları alıp okumanı tavsiye ederim.
Yılmaz Dikbaş, Suriye’ye yanlız gitmedi. Türkiye Suriye Dostluk Komitesi’nin daveti ile Türk basınından birçok gazeteci ve televizyoncu ile birlikte gitti. Heyette yer alan gazeteci, televizyoncu ve yazarlardan bazıları şunlar: Refah Partisi Adalet Eski Bakanı İsmail Müftüoğlu, CHP Eski Milletvekilleri Fuat Çay ve Bayram Meral, yazar Yılmaz Dikbaş, İskenderun Ziraat Odası Başkanı Selim Kamacı, Prof. Cüneyt Akalın, Türk Ocakları İstanbul Şubesi Başkanı Cezmi Bayram, Prof. Semih Koray, Prof. Caner Karavit, Yeniçağ’dan Arslan Bulut, BengüTürk televizyonundan Murat İde, Meltem televizyonundan Muharrem Bayraktar, Ulusal Kanal’dan Fikret Akfırat, Cumhuriyet’den Ümit Zileli, İskenderun Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Şehmus Aslan ve internet medyasından İlk Kurşun ve Güncel Meydan siteleri gazetecileriydi. Bağımsız gazetecilerden ben, Bartu Soral, Mete Akıncı ve Faik Bulut. Ayrıca CNN, Habertürk, NTV… Ve birçok televizyon muhabiri…
Ben bu gazetecilerden çoğunun bu seyahatle ilgili düşüncelerini okudum. Başta eski Refah Partisi hükümetinin Adalet Bakanı olan İsmail Müftüoğlu olmak üzere, birçoğunun görüşlerini ilgi ile takip ettim. Hepsini takip etmenizi, okumanızı öneriyorum. Yılmaz Dikbaş bu konu ile ilgili bir yazı kaleme aldığı gibi, kendi geleneği olarak bir de video yapmış ve onu göndermiş.
Katılırsın veya katılmazsın… Bu ayrı bir şey! Ama bir kalemde silip atmak, karalamak doğru değil. Önce genel konjonktürü anlamak, Batı aleminin İslam alemine doğru yaptığı saldırıyı, Haçlı seferini anlamak, sonra da, bütün İslam aleminde neler olup bittiğine bakmak gerekiyor. Sadece Yılmaz Dikbaş’ı eleştirmek doğru değil.
Mesela bu yazarlardan birinin bu konudaki görüşleri özet olarak şöyle:

“Suriye topun ağzında! Libya’nın NATO güçlerince bombalanmasından izahı mümkün olmayan bir zevkle bahsedenler, Suriye için de kalem bilemekteler…”

“Batıya her yanlarıyla bağlı bu ‘dolma’ kalemler ve “ekran gülleri” bir komşu ülkede olan bitenle ilgili tarafsız yayın yapmanın çok ötesinde, yalan haber üretme merkezlerine dönüştüler… Neden? Bağlı oldukları merkezlerden gelen emir böyle! Rahat rahat yaşamaları için olayların gerçek yüzünü görüp yazmak değil, ağababalarına yaranmak ve ‘uluslar arası yalan merkezleriyle’ aynı doğrultuda olmaları gerek!”
(…)
“Aptallar! Ortalık kan gölüne döndüğünde o kanın sizi affedeceğini mi sanıyorsunuz? Yoksa Amerikalı dostlarınızın yardıma geleceğini mi umuyorsunuz? Bu kadar saf olabilmek için hangi kolejlerde beyin travmasına uğradınız? Hangi yurtdışı burslarda beyninizi kiraya verdiniz?”
(…)
“Suriye 2001’den beri Pentagon’un VUR! Listesindeydi! Ve tabii ki ‘uluslar arası camia’ (!) Suriye’ye ne kader biçmişse hayata geçmeliydi…”
“Amerika 2007′de söylemişti: Suriye terörist devletti! Çünkü ABD ile anlaşmaya yanaşmamıştı. ABD ve İsrail politikalarına karşıydı. Bölgede küresel çetelerin politikalarının karşısında yer almaktaydı. Lübnan’da Hizbullah’la ve İran’la dosttu. Irak savaşından kaçan 2 milyon mülteciye kapılarını açmıştı. Ürdün’deki Filistinlileri destekliyor Filistin’in haklarını kolluyordu. Bu onu terörist yapmaya yeterde artardı!”
“Dünya televizyonundan programına katıldığımız ünlü gazeteci Hanna El Saleh, ‘Hayretler içindeyim!’ diyordu. ‘Çok uzun zaman olmadı, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’la röportajlar yaptım. Suriye’ye ne övgüler düzüyorlardı. Birden ne değişti! Şimdi çok farklı söylemleri!”

Tabii ki bütün gazetecilerin izlenimlerini anlatamam. Senin de biraz okuyan ve araştıran bir tarafın olduğuna göre bu konuları da herhalde araştırma ihtiyacını duyacaksındır!
Ama en güzeli uygun bir zamanda, bol bol konuşacak bir ortamı hazırlamaktır herhalde! Ben her zaman için hazırım. Eğer bana bir zaman verirsen, yer gösterirsen (ve de tabii ki bir bardak çay ısmarlarsan) bu konularda uzun uzun seninle konuşmak isterim. Ya da benim davetimi kabul edip icabet edersen, benim çay ikramımı kabul edersen, bizim tarafta bir muhabbet edebiliriz. Ne dersin?
Habip kardeşim,
Hiçbir zaman bir partiye, kişiye karşı husumetim yoktur. Hiçbir partinin, cemaatin veya grubun da üyesi değilim. Beynimi hiçbir zaman kiraya vermedim. Hayata ve olaylara objektif olarak bakmayı tercih ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarafı olarak araştırıyorum ve yazıyorum. Kimseye karşı boynum eğri değil. Kimseye diyet borcum yoktur. Bu bakımdan son derece müsterihim.
Bu duygu ve düşüncelerle saygılarımı sunuyorum. Bilvesile hayırlı işler diliyorum.
Görüşmek ümidiyle İnşallah!
Dua ile kalınız.
Mikdat Topçu
08 Eylül 2011