Çiçekler Solmadan

Değerli Bayrak okuyucusu, size bu sayıda önemli bulduğum bir kitabı tanıtacağım:

Kitabın adı: İran’da Soluyor Çiçekler

Yazarı: Behman Nirumand.

Yayıncı: Belge Yayınları.

Yıl: 1987

Bu kitabı, ülkemizin halen içinde bulunduğu geçiş sürecinin manasını anlamak için çok önemli buluyorum. Bir daha, bir daha okumak istiyorum.

Sizin için kitaptan bazı alıntılar da yaparak neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışacağım.

Kitapta yazar, Humeyni devriminin rejimi nasıl değiştirdiğini ve İran’da hayatı nasıl adım adım solgunlaştırdığını anlatmış.

“İran’da Soluyor Çiçekler”

Çok anlamlı, değil mi?

Behman Nirumand solcu bir insandır. Berlin’de felsefe, Alman ve Fars Dili-Edebiyatı öğrenimi görmüş. Şah rejimine karşı faaliyetlerde bulunduğu için SAVAK (İran istihbarat örgütü) korkusundan Almanya’ya kaçmış. Almanya’da uzun yıllar kalmış. Ve tabii ki ülkesini özlemiş. Özlemini aşağıdaki satırlarla dile getirmiş. Bu müthiş bir vatan özlemiydi! Etkilendim. Herhalde vatanından ayrı kalan her insan aynı duyguları taşırdı!

Şu duyguları lütfen okuyunuz.

“Buna mutlaka bir çare bulmalıydım. Gazetelere abone oldum, kitaplar, fotoğraflar ve hatta Tahran’ın en yeni haritalarını getirttim, her gün Tahran radyosunu dinliyor ve her yeni gelene yeni yapıları ve ne gibi değişikliklerin olduğunu soruyordum. Neredeyse her gece Tahran’da olduğumun düşünü görüyordum. Çocukluğumu geçirdiğim evdeydim. Önünde bahçesi, içinde kırmızı ve siyah balıkların yüzdüğü bir havuzu olan iki katlı bir evdi bu. Havuza çepeçevre çiçekler dikilmişti. Aralarında ilkbaharda huni gibi kırmızı çiçek açan, sonbahara kadar da yemişlerinin olgunlaşmasıyla uğraşan bir nar ağacının da bulunduğu birkaç meyve ağacı vardı bahçede. Ailemiz en çok, boyu evin çatısını aşan bir kavakla övünüyordu. Kaç kez diğer çocuklarla bu ağacın tepesine tırmanmıştım! En üstteki dallarından komşumuzun evini görebiliyor ve yazın, okullar kapalıyken, komşumuzun iki kızını yüzerken gözetleyebiliyorduk.

Bu evin ve diğer çocuklarla hırsız-polis oynadığım çevredeki cadde ve dar sokakların düşünü görüyordum. O zamanlar taksilerden başka faytonlar da vardı bizim orada. Sürücüsüne belli etmeden faytonun arkasına biner, o bizi görüp de kamçısıyla küfrederek kovuncaya kadar bir müddet böyle giderdik.

Kentin kuzeyindeki dağların düşünü görüyorum. Susuzluğumu giderecek bir kaynak suyu buluncaya kadar kayalıklara tırmanır, karşıma bir çağlayan çıkarsa soyunup suyun altında yıkanır, serinlerdim. Yüksek bir kayanın üzerine oturur, kenti uzaktan seyrederek hafif bir meltemin nağmeleri eşliğinde bir tek vadideki köpeklerin havlamasıyla bozulan bu hoş sessizliğin tadını çıkarırdım.

Ama düşlerim ne kadar güzel başlarsa başlasın bir karabasanla sona eriyordu. Nerede olursam olayım, dağlarda, sokaklarda veya evimizde izleniyordum. Gizli istihbarat örgütünün memurları beni tutukluyordu. Hapishaneye götürülüyor, korku ve kan ter içinde uyanıp da güvenlik içinde olduğumun sevincini duyuncaya kadar işkence ediliyordum.

Bu sürgündeki yaşam ne zaman sona erecek diye sorup duruyordum kendi kendime.”  Sayfa, 5-6-7

Kolay değil tabii…

Behman Nirumand, İran’da emperyalist Şah rejiminin değişmesi için mücadele etmektedir. Şah’ın devrilmesi için kendileri bir şey yapamaz ama nereden geldiği belli olmayan bir halk hareketinin kendiliğinden başlamasına bütün solcular gibi o da başlangıçta memnun olur. Şah gitsin de ne olursa olsun anlayışı vardı bütün direnenlerde.

Bu durumu şöyle izah ediyor:

“Ve tam benim umutsuzluğum son kertesine ulaşıp, çıkmaz sokakta olduğumuz bilincime yerleşmeye başlarken, kendiliğinden ve sanki gökten inercesine bir yıl sonra tarihe en büyük halk ayaklanması diye geçecek bir hareket başladı.

Ne kadar sevinmiştik!

Fikirlerimize ve ereklerimize sıkı sıkı sarılmamız boşuna değilmiş demek! En sonunda beklediğimiz gün gelmişti. En sonunda ayaklarımızı sağlamca yere basıp İran’ın tarihinde yeni bir çağın doğuşunu muştulayabilecektik!” Sayfa 14

İran’da halk, bir yerlerden gelen esintiyle Şah rejimini protesto etmeye başlamıştı. 6 Ağustos 1977’de çarşı esnafının yürüyüşünde ilk kez “Kahrolsun Şah rejimi” sloganı atılmıştı.

Şah rejimi gerçekten halkı bezdirmiş. Korkunç bir baskı uygulamış. Nereden geldiği belli olmayan halk ayaklanmasının başladığı zamana kadar kimse Şah’a karşı ağzını bile açamamış.

“Göklerden gelen!” halk hareketinin başladığı zamana kadar tabii…

Bilinmeyen bir şey değil. Humeyni Fransa’da oturuyor, İran’da devrim yapmaya çalışıyordu. Bu devrimin temeli, nasıl olmuşsa olmuş, atılmıştı. Artık Şah gidiciydi. İran’da ruhanî liderler, yani din adamları büyük bir devrimi gerçekleştirmek üzere harekete geçmişlerdi. Bu “Göklerden gelen kuvvet” Humeyni olmalıydı.

Behman Nirumand kitabın 18. Sayfasında şöyle diyor:

“…son yıllarda büyüyen orta tabaka, ekonomik bakımdan kötü değil de iyi bir durumda oldukları için İran’daki devrimde önemli bir rol oynamışlardır. Orta direğin düzelen ekonomik durumu, bilinçlenmesine ve devletin baskısından kurtulup, politik kararlarda söz hakkı istemesine neden olmuştu.”

Tabii ki, Şah’ı devirmek için grevler başlamıştı. 1977 Eylül ayında Raşt kentinde çöpçüler greve başladılar. 54 hâkim, adaletin özerkliğini, parlamento seçimlerinin yapılmasını ve partilerin serbest bırakılmasını istediler. Çok büyük olaylar olmaya başladı. Devletin bütün kurumları hareketlendi.

Gelişen büyük kargaşalıklar karşısında Şah Rıza Pehlevî inanılmaz bir sabır gösteriyordu. Ayaklanmaların yayıldığı bir sırada Şah tuttu Amerika’ya gitti.

Şah karşıtı hareketlere İran’daki solcular da destek vermeye başladılar. Çünkü Şah ancak böyle düşürülebilirdi. İran solu, Humeyni’nin devrim hareketine destek verdi. Kesin netice bu idi. Şah’ın elinde 400 bin kişilik bir güçlü ordu vardı. Ama bu ordu bile artık ayaklanmayı durduramazdı. Mollalarla birlikte solcular da gelişen devrim hareketlerinden memnun görünüyorlardı.

O zamanın güçlü bir gazetesinde Humeyni aleyhtarı bir yazı çıktı. Bu yazı bardağı taşıran son damla oldu. Humeyni taraftarı on binlerce kişi sokaklara döküldü “Rejimden, İslamiyet’e ve ruhanî önderlere yapılan bu hakaretleri geri almasını istedi”. Rejim hata yaptı. Humeyni hakkındaki hakaretleri geri almadı ve yürüyüşleri bastırmak için askerler ve polisler gönderildi. Kalabalığın üzerine ateş açıldı. 200 civarında insan öldü. Bu olay ayaklanmayı son kertesine getirdi.

Artık bu saatten sonra ayaklanmalar daha ciddî bir boyut kazanacak ve Şah rejimi ciddî bir şekilde tehlikeye girmiş olacaktı.

Humeyni

1963 yılındaki ayaklanmalar sebebiyle Humeyni tutuklanmış ve dokuz ay yargılanmadan hapis yatmıştı. Bu dokuz ay boyunca politikaya karışmaması için kendisine telkinde bulunuldu. Gizli istihbaratın o zamanki şefi Pakravan, “Ayetullah, politika pis bir iştir. Yalan, dolan, alçaklık ve yaltaklık gerektirir. Siz böyle işleri bize bırakın, ellerinizi kirletmeyin” demiş.  Humeyni ise; “İslamiyet, politikadan başka bir şey değildir” diyerek karşılık vermiş.

Hapisten çıktıktan sonra vaazlarına ve rejime saldırmaya devam etti. “İman sahiplerini” direnişe çağırdı. Taraftarları çoğaldı. Bu durumda rejim, Humeyni’nin tehlikeli olduğunu iyice anladı, onu önce Türkiye’ye ve sonra da Irak’a, Şiilerin merkezi olan Necef’e sürdü.

Behman Nirumand şöyle diyor:

“Biz solcular, en çok Humeyni’nin boyun eğmez, radikal tutumunu beğeniyorduk. Ne hatırı sayılır din adamları ne de ünlü politikacılar arasında hiç kimse o zamana kadar Şah rejiminin yıkılmasını isteyecek yürekliliği gösterememişti. Tüm hakları elinden alınmış kitleler, ayağı yalın, başı çıplaklar, solcular ve aydınlar, en önemlisi İran halkının yüzde altmışını oluşturan gençler, radikalizme eğilim gösterdikleri için Humeyni durumunu pekiştirip ılımlı politik güçleri de devrimin kasırgası içine çekebildi. Bu kasırgaya ayak uyduramayanlar vatan haini, karşı devrimci ve Şah ajanı diye damgalandı. Humeyni’nin kararlılığı tüm kuşkuları ortadan kaldırdı ve kimseye oturup düşünme zamanı bırakmadı. Halk, ona bu kararlılığı yüzünden şükran borçluydu. Nihayet ortaya bir adam çıkıp da kitleleri düşünme külfetinden kurtarıyor, onlara yol gösterip ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Ona güvenmeyip de kime güvenilecekti ki! O ki, halkı Şah’ın boyunduruğundan kurtarabilecek tek adam. Allah tarafından gönderilmiş bir evliyadır. Gösterdiği yoldan gitmek yeterdi. Ve gittiği, gösterdiği yoldan tüm halk, tüm aşağılanmışlar, köleleştirilmişler, hakları elinden alınmışlar…”

“Birkaç hafta içinde Humeyni’nin el bildirileri ve kasetleri tüm ülkeyi kapladı. O, halkın sırtını pekiştiriyor, Şah’a ve devlet gücüne olan nefretlerini körüklüyor, ölürlerse cennete gideceklerini vadediyordu.”

Aşağıdaki paragrafı çok önemli buluyorum. Sizler de iyi düşünün lütfen.

“HUMEYNİ’NİN AMACI, BİR TEK ŞAH’I DEVİRMEK DEĞİLDİ. İKTİDARI ELİNE GEÇİRİP MİLYONLARCA HALKI TEK BAŞINA YÖNETMEK İSTİYORDU. AMA BAŞLANGIÇTA ASIL AMACINI GİZLEDİ. GÖZÜ İKİTİDAR HIRSIYLA DÖNMÜŞ OLMASINA KARŞIN, TAKTİK GEREĞİ BUNU HİÇ BELLİ ETMEDİ. BELLİ ETSEYDİ HİÇ KİMSE YÜZÜNE BİLE BAKMAZDI.”

Solcular Humeyni hareketini aslında kuşku ile karşılıyorlarmış ama onlar da büyük hata yapmışlar. Şah’ın devrilmesi ortak paydasında Humeyni onları da aldatmış.

Solcuların arasında bir toplantıda şu konuşma geçer.

“Şu anda en önemlisi Şah’ı devirmek. Onun işi bitince Humeyni’yi ortadan kaldırmak çocuk oyuncağı.”

Bir diğer solcu buna şu cevabı verir:

“Yanılıyorsun, bu böyle giderse kitlelerin bu ihtiyara olan hayranlığı aynı hızla artmaya devam ederse, o da halkın gözündeki, Allah’ın elçisi ve peygamberin temsilcisi olarak iktidar koltuğuna oturursa, onu bir daha oradan indirinceye kadar yıllar geçer. Bu da bizim için pek hayırlı olmaz.”

İran’da büyük olaylar yaşanıyordu. Şah’ı devirip, yeni bir rejim kuracak devrimciler ortaya çıkmıştı.

Saddam Hüseyin Humeyni’nin politik etkinliklerini yasaklamış, Kuveyt de Humeyni’yi ülkeye sokmamıştı. Bu durum karşısında Humeyni ani bir kararla Paris’e uçmuştu.

Behman Nirumand şöyle diyor:

“Müslüman muhalefet önderinin, Hıristiyan dünyasının göbeğine ve hele Paris gibi eğlence ve günahın vatanı diye bilinen bir kente kapağı atması, önceleri muhalefet sıralarında bir gaf olarak nitelendirildi.” 

Humeyni İran’da bir rejim değişikliği faaliyetine girişmişti. Paris’te, her gün Farsça yayın yapan yabancı kökenli radyo istasyonları, Ayetullah’ın İran halkına doğrudan doğruya seslenmesini sağladılar.

Humeyni bu radyolara şöyle demeçler veriyordu:

“Ben bunu bütün dünya önünde söylemek için geldim. Milyonlarca masum canı, bu şeytanın elinden kurtaracağız. Cümle ezilmişler, tahkire uğramışlar, suiistimal edilmişler ve aç bırakılmışlar nihayet hürriyetlerine kavuşacaklardır. Bütün meşakkat çekmiş köylüler, canını dişine takıp çalışan işçiler, ayağı çıplak gecekondulular, işkence ve hakaret görmüş mahpuslar, malları elinden alınmış esnaflar, ezilmiş mektepli ve üniversiteli gençlerimiz ırkî ve dinî ekalliyetler hürriyetin tadını tadacaklardır. Gidin ve bütün dünyaya yeni bir asrın başladığını anlatın. Unutmayın ki, kim istibdada ve safahata karşı bu mukaddes savaşta ölürse şehit sayılır. Cennetin kapıları açıktır ona. Ebedî saadet beklemektedir onu. Korkmayın, mukavemetiniz kırılmasın. Allah sizinle beraberdir.”

 

Humeyni, bu şekilde atakta iken, Şah Rıza Pehlevî kara kara düşünüyordu. Ne yapacağını, bu işin önüne nasıl geçeceğini bilmiyordu. Bir çıkar yol bulamıyordu. Bakanlarını, generallerini topluyor, herkesin fikrini soruyor. Ama kimse ne yapmak gerektiğini bilmiyordu.

Buraya bir not düşmeliyim:

Bizim ülkemizde de şu anda benzer bir “tek adam” rejimi getirme mücadelesi yaşanmaktadır. Ve bu değişikliğe karşı kimse, hiçbir muhalefet partisi ne yapacağını bilememektedir. Devletin kurumları da zaten “tek adam” rejimini kabul etmiş görünmektedir.

 

  1. Sayfada Behman Nirumand şöyle anlatıyor:

“Majeste hazretleri, bu iş böyle gitmez, dedi başbakan. Sıkıyönetimin bize yararından çok zararı oldu. Halk iyice zıvanadan çıktı. Mutlaka bir şeyler yapmalıyız. 

Çok doğru diye onayladı Şah. Sıkıyönetim dişsiz bir aslan gibi. Bize hiç yararı olmadı. Ne yapsak ki? Bir şeyler önerin! Halkın öfkesini bastırmak için aramızdan birkaç kişiyi mahkeme önüne çıkarmalı. Halk böyle şeyler istiyor, dedi Eğitim ve Yüksek Öğretim Bakanı. Çok doğru, diyerek Devlet Bakanı da bu görüşe katıldı. Halkın gözünden düşmüş birkaç sorumludan hesap sorulmalı. Bu, halkı yatıştırır. 

Sayın Bakan, bu öneriyle bindiğiniz dalı kesmiyor musunuz diye karıştı Gizli İstihbarat Şefi. Orada bulunan herkes, bu şakada bir gerçek payı olabileceğini düşünmeden kahkahayı bastı. 

Bütün oyun mollaların başının altından çıkıyor dedi Kara Kuvvetleri Komutanı. Bu mollalar pek para canlısı olur. Parayla gönüllerini alırız. Majesteleri elime yeterince para verirse ben bu sorunu 48 saat içinde çözerim. 

 

“Önerilerinizi dinledim, dedi Şah. Önce bir düşüneyim, son kararımı önümüzdeki günlerde size bildireceğim. 

Bu oturumdan sonra çaresizliği öncekinden bir kat daha artmıştı.”

 

Evet, Şah çaresizdi.

“Bu arada BBC, neredeyse dış muhalefetle isyancılar arasında koordinatör rolünü üstlenmişti. Günde iki kez birer saat, en son gelişmeleri duyuruyor ve Humeyni’nin talimatlarını halka naklediyordu. Bu sıralarda BBC’yi, Tahran Radyosu’ndan çok daha fazla dinleyici izliyordu. İç savaşın koordinasyonundaki önemi küçümsenemeyen BBC’nin bu tutumunu bazı gözlemciler, İran’daki ayaklanmanın Londra tarafından desteklenmesine yoruyordu. İngiltere’nin İran büyükelçisi, Şah’ı ziyaretlerinde bu yollu kuşkuları gidermek için çaba göstermek zorunda kalıyordu.

Ben bu sava inanmıyorum. İngiltere, kendi çıkarları açısından Şah’tan daha iyisini bulamazdı.” 

 

Humeyni’nin Paris’e yerleşmesi, yurt dışındaki kamuoyunu etkileme bakımından da yerinde bir karardı. O ana kadar adı bile bilinmeyen bir hoca, böylelikle bir gün için dünya çapında üne kavuştu.

Ruhanî önder, Neauphle-le Chateau’daki bir evin bahçesinde, elma ağacının altında bir Acem halısı üzerinde oturuyordu. Yüzlerce çömezi önünde diz çökmüştü. Ve bu saygıdeğer evliya, beyaz sakalıyla, başında kara sarığıyla, omuzlarında geniş harmanisiyle, ciddî ve insanın içine işleyen gözlerini çevresinde toplananların başı üzerinden göğe yöneltiyor ve işaret parmağıyla göğü göstererek, Allah’ın iradesini kullarına iletiyordu. Allah’ın vekilinin sözlerini kaçırmamak için herkes onun yanında cüce gibi kalıyordu. Onun çekiciliği yanında herkes soluk kalıyordu. Işığı, ilmi ve inancı simgeliyordu o. İnsanlığı kurtaracak Mesih’ti o. Yeni bir çağın doğuşunu muştulayan bu adamın yüzünü görmek, elini öpmek, sözlerini ve öğütlerini dinlemek için dünyanın dört bucağından İranlılar ve tüm Müslüman dünyası akın akın Neauphle le Chateau’ya geliyordu. Her gün gün doğarken, öğlen vakti ve bir de gün batımında Ayetullah namaz kılmak için bahçeye çıkıyordu. Cemaati, ardından gelerek yere diz çöküyor, alınlarını toprağa dayayarak evliyanın okuduğu duaları tekrarlıyorlardı. Humeyni “Allahu Ekber-Allah büyüktür” diye söze başlayıp, konuşmasına şöyle devam ediyordu. Allah’ın adaleti yakında yerine gelecektir. Şah denilen bu şeytanın uşağı, başımıza cürüm ve bela getirdi. Bir sülük gibi gençlerimizin kanını emdi ve onların kanıyla kendini, ailesini besledi. Ona acımak yok artık. O ve maiyeti, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklardır”

 

  1. sayfadan şunları aktarmalıyım.

“İslam Dini Humeyni sayesinde yeni bir güç kazanıyor, yeri ve göğü, bu ve öteki dünyayı, içinde bulunduğumuz anı ve sonsuzluğu birbirine yaklaştırıyor, ezilenler ve cahiller bu her şeyi kapsayan gücün merkezini oluşturuyor ve bu yolla kendi benliklerini buluyor. Humeyni, bunların bilincini değil bilinçaltını, kafalarını değil ruhlarını harekete geçiriyor. Elindeler artık, ruhlarını kaptırmışlar. Akla gelebilecek her şeyi yapmaya hazırlar onun için. “Sen bizim ruhumuzsun” diye bağıranlar onun için ölmeye, şehit düşmeye hazırlar. Şahın ordusu ne yapsın bunlara karşı. Yürüyüşlerde göğüslerini açıp, “Bize top tüfenk işlemez!” diyerek tankların, makinelilerin üzerine yürüyen kitlelere karşı ne yapsın dünyanın bu en büyük ordusu? Ölü sayısı arttıkça şehit düşme heveslileri de çoğalıyordu, kan aktıkça ölümden korkuları azalıyordu.”

Ve 92-93. Sayfalardan şu anekdotu aktarmalıyım. Yazarla bir dostu arasında geçen bir konuşmadır bu. İbret vericidir.

  • “(…) Unutma ki ordu daha ensemizde. Bahtiyar (Şah’ın başbakanı) bu işi beceremezse ordu tepemize binecek. Siz devriminize kavuşacaksınız diye illa kan dökülmesi mi gerekiyor? Şimdiye kadar dökülen yetmiyor mu? Kansız devrim, devrim sayılmaz mı? Ya devrim olursa ne olacak? Mollalar Bahtiyar’dan daha mı çok özgürlük verecekler bize?
  • Bu saçmalıklara sen de mi inanıyorsun, diyorum. Mollalar İran gibi bir ülkeyi yönetemezler. Hele yalnız başlarına hiç. Bir zaman sonra ister istemez camilerine geri çekilecekler.
  • Peki, o zaman kim gelecek başa?

diye soruyor arkadaşım beni kışkırtmaya çalışarak.

  • Halkımız! diyorum hiç duraksamadan. Sanki iki kere ikinin kaç ettiğini sormuş gibi güvenliyim yanıtımdan. HALKIMIZ VE HALKIMIZIN SEÇTİĞİ MİLLETVEKİLLERİ!
  • Dostum, beni güldürüyorsun, diyor arkadaşım. Halk dediğin kimdir? Sokaklarda avazı çıktığı kadar bağıran ve ay’da Ayetullah’ı gören bu kitleler kimi seçerler, hiç bunu düşündün mü?”

Bu arada halk Humeyni’ye o kadar çok bağlı idi ki gökyüzündeki ay’a bakarak Humeyni’nin yüzünü ay’da gördüklerini söylüyorlardı.

Bütün bu olanların tek bir hedefi vardı: Humeyni, ülkesinde bir rejim değişikliği yapmak için harekete geçmişti. Getireceği yeni rejim “Tek Adam” rejimi idi. İran’da düzeni tek adam yetkisiyle İslam Şeriatına uygun bir şekilde yeniden kurmak istiyordu.

Çok ustaca bir strateji takip ediyordu.

Halkı yanına çekmek için bir büyük düşman seçmişti: Şah!

Halka yeni bir ideoloji veriyordu: İslam.

Devletleri değiştirmek, rejimleri yıkmak için harekete geçen liderlerin bu iki şeye mutlaka ihtiyacı olacaktı. Halen bizim ülkemizde de buna benzer bir değişiklik dönemi yaşanmaktadır. Ve bakınız etrafınıza, mutlak surette rejimi değiştirmek isteyen değişimciler (devrimciler) buna benzer iki stratejik unsuru kullanmaktadır. Eski Türkiye’yi değiştirerek getirilmek istenen yeni bir düzen. Tabii ki eski düzenin korunmasını isteyen güçler de düşman. Olaylara bu gözle bakanlar derhal gerçeği fark edeceklerdir.

Bizdeki tartışmaları da sadece anayasa değişikliği istemek açısından değerlendirmek yanlıştır. (Bu yazı 2017 yılında yazılmıştır. O zaman yoğun bir şekilde anayasa tartışmaları gündemdeydi. Sırasıyla Ergenekon kumpaslarını, laiklik tartışmalarını, 15 Temmuz darbe girişimini hep bu topyekûn mücadelenin, değişimin birer parçası olarak düşünmek gerekir.) Humeyni’nin yaptığı gibi, tek adam rejimine doğru giden hedefler adım adım ele geçirilmektedir.  Asıl olan rejim değişikliğidir. Bunu gözden uzak tutmamak gerekir. Tabii ki devrimciler şimdilik halkı tedirgin etmemek için işi basite indirgeyip “anayasa değişikliği”  vs. diye sunmaktadırlar. Hayır! Rejim tümden değişecek ve “tek adam rejimi” getirilecektir. Bu büyük değişikliği ve “tek adam” rejiminde yaşamayı kabul edip etmeme konusunda Türk Milleti karar vermelidir. Bize göre böyle. Ancak, inkılaplar, ihtilaller ve sosyal mücadelelerin tarihi, gerçekten de bu değişimin bazı kanunları olduğunu göstermektedir. Değişimlerin sonunda meydana gelen olayları tarihin çok farklı şekillerde yorumladığını görmekteyiz. Kabul etmek gerekir ki, farklı sistemlerin (medeniyetlerin, ideolojilerin) mücadelesi insanlık tarihi boyunca hiç bitmemiştir, bitmeyecektir.

Bu konuyu en bilenler herhalde (İnkılapların Kanununu) bilenler olmalıdır. Böyle bir değişim hareketinin ülkemize neler kazandırıp kaybettireceğinin hesabını en iyi inkılapçılar yapacaktır.

Sonuç:

Yukarıda Humeyni’nin halkı nasıl etkilediğini anlatan bir paragraf vardı. Hatırlayınız. Halkın devrime nasıl hazır hale getirildiğini anlatırken yazar şöyle diyordu: İslam Dini Humeyni sayesinde yeni bir güç kazanıyor, yeri ve göğü, bu ve öteki dünyayı, içinde bulunduğumuz anı ve sonsuzluğu birbirine yaklaştırıyor, ezilenler ve cahiller bu her şeyi kapsayan gücün merkezini oluşturuyor ve bu yolla kendi benliklerini buluyor. Humeyni, bunların bilincini değil bilinçaltını, kafalarını değil ruhlarını harekete geçiriyor. Elindeler artık, ruhlarını kaptırmışlar. Akla gelebilecek her şeyi yapmaya hazırlar onun için. “Sen bizim ruhumuzsun” diye bağıranlar onun için ölmeye, şehit düşmeye hazırlar. Şahın ordusu ne yapsın bunlara karşı. Yürüyüşlerde göğüslerini açıp, “Bize top tüfenk işlemez!” diyerek tankların, makinelilerin üzerine yürüyen kitlelere karşı ne yapsın dünyanın bu en büyük ordusu? Ölü sayısı arttıkça şehit düşme heveslileri de çoğalıyordu, kan aktıkça ölümden korkuları azalıyordu.”

Gerçek şudur ki; Eski Türkiye’yi dönüştürerek yeni Türkiye’yi kurmak isteyen “Tek Adam” devrimcileri halkımızın büyük bir kısmını aynı şekilde etkilemiştir. Milletimiz bölünüp kardeş kavgasına sürüklenmemelidir.

Aykut Edibali’nin aşağıdaki uyarısını önemle dikkate almalıyız.

“Ülkemizdeki Kardeş Kavgasının Çözülmesi İçin Hürriyetçilik Gerekir

Asırların meseleleri önümüzde sıralanırken sorunların çözümü için yollar üretecek kadroların yetiştirilmesinin bir başka engeli de ülkemizdeki ihtilaller, darbeler, kavgalardır. Bu ayrışma ve kutuplaşmalar gerçekten milletimizin enerjisini azaltmış, birliğini sıkıntıya sokmuştur. Toplum ve devlet yapısına yönelik müdahaleler kardeş kavgasına sebep olmuştur. Kardeş kavgalarının tesirlerinin derinleşmesinde ve sürelerinin uzamasında tabii ki çapsız ve insafsız politikaların etkisinin olduğu da görülmelidir.” Bayrak, sayı 1324, başyazı, Aykut Edibali

Boşuna “Milletim Uyan!” denmemiştir!

İran’da solan çiçeklerin Türkiye’de de solmaması için içinde bulunduğumuz olayların yorumunu doğru yapmaya bugün daha çok ihtiyacımız vardır.

Yorum Yap