Günümüzün Devlet Adamlarına Nizamü’l-Mülk’ün Nasihatı

Değerli dostlar,

 

Nizamü’l-Mülk’ün en önemli eseri olan Siyasetname’yi gençliğimde okumuştum. Bugün elime aldım ve karıştırdım. Okuduğum yıllarda bazı paragrafları önemli bulup satırların altlarını çizmişim. İyi ki çizmişim.

Eserin “Dördüncü Fasıl-Vezirlerin ve Mutemetlerin Hallerine Dair” bölümünde (sayfa 29) vezirin anlattığı ilginç bir hikâyeyi özetleyerek sizlere aktaracağım. Aynen yazmayacağım, çünkü çok uzun olur ve zaten sizler de okumazsınız!

Vezire göre, padişah, vezirleri ve mutemetleri görevlerini yerine getirip getirmediklerini gizlice ve sürekli denetlemelidir. (Bu olayın bugün kimlerle ilgili olduğunu, denetlenecek kişi ve kurumların kimler olduğunu elbette sizler daha iyi anlayacaksınız).

Hikâye bununla ilgilidir.

Hikâyede adı geçen Behram-ı Gür o zamanki padişahtır.

Rast Ruşen o zamanki vezirdir (başbakandır)

Padişah, bütün devlet işlerini çok güvendiği Rast Ruşen’e emanet eder. Padişah Behram’ı Gür, vezirine güvendiği için gayet rahattır. Özel hayatını keyifle yaşar. Gece gündüz içer, eğlenir ve ava çıkar.

Vezir (başbakan) Rast Ruşen, gerçekte halkı soyup soğana çevirmektedir. Vezir, adaleti ve asayişi sağlamak için kötüleri bertaraf etmek, iyilerden mal almak gerekir diye düşünür. Bu fikrini padişahın bir vekiline söyler. O vekil de kimi yakalarsa malını alır vezir de ondan rüşvet alır. Tabii ki vekil de kendi payını alır. Halka çok güzel kumpas kurmuşlardı.

Tabii ki sonra halk fakir düştü. Bütün zenginler, ileri gelenler yerlerinden yurtlarından oldular. Behram’ın (padişahın) hazinesinde para kalmadı. Memleket fakir düştü.

Ve bir gün geldi düşman ortaya çıktı. Düşmana karşı askeri teşvik etmek için, silah, cephane, teçhizat almak için hazinede bir kuruş para kalmamıştı. Padişah bunun sebebini öğrenmek istedi. Sordu soruşturdu, kimse veziri ele vermek istemedi. Çünkü ondan korkuyorlardı. Padişah bu yoksulluğun sebebini bir türlü anlayamıyordu.

Düşüncelere daldığı bir gün tahtına kurularak çöle doğru gitti. Epey gittikten sonra susadı. Uzakta bir duman gördü. Dumanın çıktığı yere gitti. Bir Kürt çobanın hanesine vardı. Yaklaştığında çobanın bir köpeği ağaca astığını gördü. Sebebini sordu. Sebebi çok ilginçti.

Kürt çobanın sürüsünden her gün koyunlar eksiliyordu. Çoban bunun sebebini bilmiyordu. Halbuki koyunlarını köpeğe teslim edip şehre gidiyordu. Köpek sürüyü otlatıp getiriyordu.

Kürt çoban gizlenerek olayı gözetlemeye başladı. Bir de baktı ki uzaktan bir kurt sürüye doğru geliyor. Kurtu gören köpek kuyruğunu sallayarak ona doğru koştu. Meğer köpekle kurt birbirlerine aşık olmuşlardı. İki hayvan aralarında aşk yaşadıktan sonra köpek çekilip gitti, kurt o arada bir koyunu kaptı ve oracıkta yedi. Çoban sürünün neden azaldığını anladı. Ve köpeği ceza olarak astı.

Çoban böylece durumu padişaha anlatmış oldu. Tabii ki gelen misafirin padişah olduğunu bilmiyordu.

Bu olay padişahı uyandırdı. Halkının fakirleşmesinin, devletin zayıflamasının da buna benzer bir sebebi olmalıydı. Onun da devleti teslim ettiği kişi veziriydi. (Sürünün köpeğe teslim edildiği gibi)

Padişah şehre dönünce vezirin tutukladığı, hapishanelere doldurduğu kişilerle ilgili ruznameleri istedi. Bütün ruznamelerde vezirin alçaklıklarını gördü. Burada padişah Behram-ı gür çok güzel bir ata sözü söylemektedir. “NAMA, ŞANA ALDANAN EKMEKTEN OLUR, EKMEĞİNE TÜKÜREN CANINDAN OLUR”

Tabii ki padişah, vezirinin (başbakanının) yalancı ve karanlık biri olduğunu anlar. Aklı başına gelir.

Behram, emir ve ekâbirini (bakanlarını, emrindekileri) huzuruna çağırır. Yüzünü vezire çevirerek şunları söyler: “Memlekete musallat ettiğin bu ne buhrandır? Askeri açlıktan kırmış, tebayı perişan eylemişsin. Sana askerin erzağını tam vaktinde ulaştırmanı, memleketi imardan geri durmamanı, raiyyetten hak olan dışında haraç almamanı, hazineyi dolu tutmanı emr-ü ferman buyurmadık mı? Şimdi baktığımda ne hazinede zırnık, ne askerde erzak kalmış ve halk aç bî-ilaç! Benim şarap ve av ile başım hoş olduğu için raiyyet ve halk işlerinden haberdar olmadığımı mı sandın? Zannettiğin gibi değildir.”

Sonra vezirin ayaklarına zincir vurdurup zindana attırır.

Halka veziri azlettiğini, bir daha ona devlet işi vermeyeceğini duyurur. Vezirin zulmüne uğrayanların çekinmeden, korkmadan dergaha gelmelerini, gasp edilmiş haklarını temin için şaha maruzatlarını arz etmelerini ilan eder.

Vezirin haksız yere zindana attırdığı mahkumların bazılarını çağırır ve dinler.

Birincisi şöyle dedi: Benim malı mülkü bol olan zengin bir kardeşim var idi. Rast Ruşen onu tutuklayıp bütün servetine el koyarak işkenceyle katletti. Vezire kardeşimi neden öldürdüğünü sorduğumda, kardeşimin şahın hasımlarıyla yazışmaları olduğunu söyledi. Davayı örtbas etmek için de beni zindana attı.

İkincisi şöyle dedi: Benim, Rast Ruşen’in (vezirin) ekili tarlasına komşu olan baba yadigârı mümbit mi mümbit bir bağım vardı. Bağım vezire pek cazip geldiği için onu satın almak istedi. Satmayacağımı duyunca “falancaların kızında gözün var, bir cürüm işledin!” iddiasıyla tevkif edip beni zindana attı.

Üçüncüsü şöyle dedi: Ben, sermayesi pek az olan bir tacirdim. İşim gereği  cihanın dört yanını dolaşır idim. Dolaştığım şehirlerde süs eşyaları ve ipek gibi hoşuma giden şeyler gördüğümde onu satın alır başka bimr şehre götürüp satardım. Bu şekilde kıt kanaat geçimimi sağlardım. Bir gün elime hasbelkader inciden bir gerdanlık geçti. Şehre geldiğimde onu satışa çıkardım. Bu haber vezirin kulağına gitti. Bir adamını yollayarak beni yanına çağırttı. O inci gerdanlığa alıcı olduğunu söyleyerek, hiçbir ödeme yapmaksızın el koyup hazinesine yolladı. Ödeme yapması için birkaç gün yanına uğradım. Ne inciyi, ne de bedelini vermeye yanaşmıyordu. Sabrım tükenmiş, umudumu yitirmeye başlamıştım. Bir gün yanına vararak; “Eğer o gerdanlığın sahibi olmak istiyorsanız emredin de ücretini versinler. Yok eğer istemiyorsanız bana iade edin” dedim. Söylediklerime hiçbir cevap vermedi. Oradan ayrılıp döndüğümde, evde beni bekleyen dört çavuşla karşılaştım. Bana; “Yürü, bizimle geliyorsun, vezir seni istiyor!” dediler. Gerdanlığın parasını verecek diye sevinçten içim içime sığmıyordu. Kalkıp geldiğimde Serhenkler beni tutup zincire vurdular. İşte bir buçuk yıldır bu zindandayım.

Dördüncüsü şöyle dedi: Ben falan diyarın reisi idim. Misafirlere, garibanlara ve ilim ehline kapım her zaman açıktı. Tanrının kullarına hizmette kusur etmezdim. Atalardan gördüğüm vech ile muhtaç ve fakirlere gücümün yettiğince hayır hasenatta bulunurdum. Malımdan, mülkümden temin ettiğim hasılatı cömertçe Allah’ın kulları için harcardım. Vezir, “Sen bir define bulmuşsun” iddiasıyla işkence edip beni zindana attı. Ben de varımı yoğumu yarı fiyatına satarak ona vermek zorunda kaldım. İşte dört yıldır bu zindandayım ve artık bir dirhemim bile yok.

Beşincisi şöyle dedi: Ben falanca kabile reisinin oğluyum. Vezir, mallarımızı müsadere ederek, pederimi kazığa vurdu. Beni de zindana attı. yedi yıldır zindanın kahrını çekmekteyim.

Altıncısı şöyle dedi: Ben bir askerim. Nice yıllar hükümdar babanızın hizmetinde bulunup onunla seferlere çıktım ve yıllar var ki siz şevketli efendimizin hizmetindeyim. Divanın bana nan-pare olarak tahsis ettiği ve onu işleyerek geçimimi sağladığım küçük bir tarlam vardı. Geçen yıl elime bundan bir şey geçmedi. Bu yıl ise vezire; “Efendim, bakacak çoluk çocuğum var, geçen yılki alacaklarım ödenmedi, emir buyurun versinler de bir kısmıyla ödenmesi gereken borçlarımı ödeyeyim, bir kısmını da evlatlarımın nafakası için ayırayım” diye rica ettim. Bana; “Askerlere ihtiyaç duymak için ufukta bir savaş ihtimali görünmüyor. Sen misüllü adamların (senin gibi adamların) şahın hizmetine olup olmaması fark etmez. Eğer ekmek parası lazım ise var git amelelik yap!” diye karşılık verdi. Ben de “Bu devlete onca hizmetim dokundu, benim amelelik yapmam değil, senin mülk idaresini öğrenmen gerekir. Kaldı ki benim kılıç  çalmadaki hünerim senin çalakaleminden yeğdir. Hale bak ki ben yeri gelir emrine amade olduğum padişah için kılıç üşürüp canımı feda ederim, sen yeri geliyor maaş günü ekmeğimizi bize çok görüp şahı hiçe sayıyorsun!” dedim. “Bilmez misin ki şahın nezdinde sen de ben gibi bir kulsun. Sana vezareti buyurmuş, bana savaşmayı. Bir farkla ki, benim boynum şahın fermanına kıldan ince ama senin ki değil. Ve dahi eğer padişahın işine ben yaramıyorsam sen hiç yaramazsın! Eğer padişahın benim ismimi muhasebe defterinden sildiyse bana göster! Yok, öğle değilse padişahın bizim için takdir ettiğini bize ulaştır (hakkımızı ver).

Vezir; “Yeter artık! Seni de padişahını da gözetip kollayan benim. Eğer ben olmayaydım akbabalar tez beri beyninizi dağıtıp yerlerdi!”

İki gün geçtikten sonra beni hapse yolladı. İşte şimdi dört ay oldu zindandayım.

Zindanda 700 den fazla mahpus vardı. Bunların ancak 20 tanesi katildi. Geri kalanı vezir hazretlerinin dünya malına tamahından ötürü haksız yere, gaddarca hapse attıklarından oluşuyordu. Ertesi gün padişahın fermanını işitip dergâha varan ahalinin haddi hesabı yoktu.

Hikâye bu minvalde biraz daha uzuyor. Tabii ki çobanı merak etmişsinizdir. Çobanı çağırtıyor, ona 700 koyun veriyor ve ondan vergi alınmamasını tembih ediyor.

Hikâyenin sonunda Nizamü’l-Mülk şöyle diyor:

Gelelim İskender kıssasına.

İskender’in Dârâ’ya galip gelmesinin hikmeti şu idi ki; Dârâ’nın veziri gizliden gizliye İskender ile işbirliği yapmaktaydı. Padişahın gafleti ve vezirin ihaneti Dârâ’nın sonunu getirdi.

Hikâyenin tabii ki hüküm sonucu var:

 

Binaenaleyh padişah her daim memurların ne yapıp eylediklerinden haberdar olup, tuttukları yolları, törelerini, yörelerini iyi bellese, bir kanunsuzlukları yahut haddi aşmaları durumunda bir dem görevde tutmayıp derhal azletse ve işledikleri cürüm mesabesinde, diğerlerine gözdağı vermek için, onları cezalandırsa gerektir. Ceza korkusundan ötürü hiç kimse içinde padişaha karşı en ufak  bir niyet besleyemez. Padişah mühim bir iş verdiği kişiye, haberi olmaksızın, hal ve hareketlerini teftiş için gözcü tayin etse gerektir.

Ve Aristoteles dahi Kral İskender’e böyle öğüt verdi: Etkin makamda görev yapan birini görevden azlettikten sonra, düşmanla gizlice işbirliği edip seni ortadan kaldırmaması için onu tekrar göreve atama.

Ve dahi Perviz böyle buyurdu: Dört kişinin kabahati es geçilmez.

  • Memlekete kast eden,
  • Memleketin haremine kast eden,
  • Sırları ifşa eden,
  • Dilde melikle (padişahla) bir, gönlünde melikin düşmanlarıyla iş tutup onların yolunu yolan bilenlerdir.

Melik işleri sıkı tutarsa ona hiçbir şey meçhul kalmaz.

 

Bugünler için ne güzel dersler vermiş, değil mi?

Sıkılmadan okuduğunuz için teşekkür ederim.

Yorum Yap