“Madem ki eski Osmanlı kalabalığını teşkil eden milletlerden her biri artık kendi benliğine dönüyordu. O halde bu milletler arasında Türk olan kütle için de bir millî ruh, bir millî benlik duygusu lâzımdı. Bu bir kendine dönüş ve kendini buluş demekti.
Bunun üzerine, bazı kültür hareketleri başladı. Bir şeyler arayan ve bir şeylere muhtaç olan genç ruhlar için bu hareketler büyük bir değer taşıyordu. Benim içimde de bu genç ruhlardan biri yaşıyordu. Gerçi biz evvelce de Türk’tük. Fakat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok ırkları, kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üstünde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu.
Halbuki bu imparatorlukta yaşayan diğer ırkların, diğer milletlerin hepsi kendilerini, kendi milletlerinin adıyle tanır ve öyle anarlardı. Benim okuduğum asker mektebine Yemen’den, Kürdistan’dan veya sarayla hısım akraba olan Çerkes köylerinden getirilen imtiyazlı çocuklar, hep milliyetleriyle öğünürlerdi. Bize yukarıdan bakarlardı.
Fakat biz Türkler, kendimizi anlatmak için ırk hüviyetimizi hiçbir zaman dile getiremezdik. Irkımızı bilmez, ya da inkâr ederdik. Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece
OSMANLI!
der, geçerdik. Hatta dilimizin adı bile Türkçe değil, Osmanlıcaydı. Tarihimizin de Osmanlı tarihi olduğu gibi. Reddedilen, inkâr edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Umumî kanaate göre Türk; kaba, görgüsüz, kabiliyetsiz bir varlıktı!”
Ve bir üzümcünün hikâyesi:
Şevket S. Aydemir, bir mecmuada “üzümcü” hikâyesi okur ve dertlenir. Derin düşüncelere dalar.
“Çavuş üzümü, çavuuuuşş…
diye bağırdığı zaman sesinde, hikâyecinin yazdığına göre, eski kale burçlarında atılan naralar dile geliyordu. Bu ses, bir zaman ülkeleri fetheden süvarilerin gürültüleri gibi bambaşka, insanı saran bir şekilde tasvir olunuyordu.
Bu hikâyedeki üzümcü, tezgâh başlarında müşterilerine binbir dil döküp dalavere çeviren Rum, Ermeni bezirgânlarından başka bir insandı. Bu insan, yüksek bir soydan ve erkek bir varlıktı.
Ben, üzümcünün hikayesini ilk okuğum zaman, bu hikâyenin derin tesiri altında kaldım. Derin düşüncelere daldım. Bu hikâyenin basıldğı mecmua, diğer meseleleri de başka türlü alıyordu. Bu mecmuaya göre bilinmeyen, fakat büyük bir Türk milleti vardı. Bu milletin tarihi, Osman Gazi’nin çadır kurduğu Söğüt, yahut Domaniç yaylasından başlamıyordu. Milletin ilk varlığı da üçyüz çadır halkından ibaret değildi. Bu milletin vatanı, Osmanlı devletinin sınırladığı yerlerden bile büyüktü. Onun vatanı Türk milletinin yaşadığı her yerdi.!”
Şevket Süreyya Aydemir
Suyu Arayan Adam
Sayfa 62-63
Bugün sürüklenmek istediğimiz yer de aynı. Ne kadar da hazin bir tablo değil mi?
Ders alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?
0 Yorumlar.