Author Archives: Mikdat Topcu - Page 3

Gülüyorum

Değerli dostlar, yazının başlığını “Gülüyorum” diye yazdım. Ağlanacak halimize gülüyorum.

Ben bir Türk çocuğuyum. Bu toprakları Türk Milleti’nin ecdadı vatan yapmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk’e Türk demenin yasak olduğunu biliyorsunuz. Herhalde yine aynı hastalık nüksetti. Şimdi bir adım daha ileri gidilerek bu topraklarda “Türk yoktur” demeye getiriliyor. Bu konuda kimlerin nasıl mücadele ettiğini, bazılarının imparatorluk sevdasında olduğunu anlatmıştım. Mücadele aynen devam ediyor. Hem de çok yüksek perdeden.

Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu’nun tespitlerini dikkatlerinize sunuyorum. Türk Ocakları bir açıklama yapmış, sonra da Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu’nun bu konudaki tespitlerini paylaşmıştır. Metni aynen aşağıya alıyorum.
Neye üzülüyorum, neye ağlıyorum biliyor musunuz? Üzerimize ölü toprağı atılmış gibi hissiz, idraksiz kalmamıza üzülüyorum. Çocuklarımızın, torunlarımızın yarın bi işin altından nasıl çıkacaklarını düşünerek üzülüyorum. Ruhum herhalde göklerden gelip torunlarımızın halini görecektir.

İnşallah buna gerek kalmadan halen bindiği dalı kesen Türkler uyanırlar. Yoksa bu işin sonu çok kötü olacaktır değerli dostlar.

Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu

8 Mayıs 2020 tarihli açıklama.

Türkiye Toplumu çok kimlikli bir toplumdur… Bizim toplumumuz farklı kimlik gruplarının bir bileşkesidir. Türkiye toplumu ve onu oluşturan bireyler çok kimlikli olmakla birlikte başat aidiyetini tek kimlik üzerinden ifade edilmesi ihtiyacı doğduğunda hiçbir kimlik grubu tek başına toplumun çoğunluğunu oluşturmamaktadır. Yani hiçbir kimlik grubu gerek halk kesimi olarak gerekse seçmen olarak yüzde elliden fazla bir sosyolojik güce sahip değildir. Hepsinin sosyal tabanı yüzde ellinin altındadır. Bu durum âdeta maruf ve meşhur bir vakıadır.”

Türk Ocakları’nın açıklaması.

Malum olduğu üzere, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda, 21.01.2017 tarihinde köklü bir değişiklik yapılarak “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” ne geçildi. Bu kapsamda, yürütmenin başı olan ve halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı’na, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarabilme yetkisi verildi. Bu yetkiye dayanılarak çıkartılan Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin (10.07.2018 tarih ve 30474 sayılı Resmî Gazete) 20. maddesiyle de dokuz adet Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulu oluşturuldu.

İşte bu kurullardan biri olan Hukuk Politikaları Kurulu, 08.05.2020 tarihinde, twitter hesabından “CUMHURBAŞKANININ YÜZDE ELLİDEN FAZLA OYLA SEÇİLMESİNİN BAZI ANLAMLARI ÜZERİNE” başlıklı bir açıklama yayımlamıştır. Açıklamada ifade edilen “Cumhurbaşkanının yüzde 50’den fazla oyla seçilmesini sorun olarak görmenin halkın siyasal sistemin işleyişindeki iradesini geliştirmeye bir katkısı olamaz.” görüşüne katılmakla birlikte devamında Cumhurbaşkanı’nın yüzde 50’den fazla oyla seçilmesinin manası açıklanırken kullanılan ifadeler, Anayasa’yla çeliştiği gibi millî birliğimiz ve “Tek Millet” söylemiyle açıkça çelişmektedir:

 

Ya İstiklal Ya Ölüm

 

Değerli dostlar,

TRT’de yayınlanan “Ya İstiklâl Ya Ölüm!” dizisini seyrettim. Gerçekten güzel yapılmış bir dizi. Çok çok beğendim. Kim yaptıysa, sebep olduysa Allah razı olsun.

Biliyorsunuz, Yavuz Bahadıroğlu adlı bir yazarımız bu diziden rahatsız oldu. “Kim yaptıysa bunun hesabını verir!” dedi. Tabii ki netice aldı. Demek ki arkası kuvvetli imiş!

Acaba Yavuz Bahadıroğlu adlı yazar neden rahatsız oldu diye düşündüm.

Tarihi gerçekler aynen dizide anlatıldığı gibi. Bütün kaynaklarda İngiltere’nin Türklerle çok acı bir şekilde hesaplaştığı yazıyor. Adam ordusuyla İstanbul’u işgal etmiş. Hala İngiltere ile iş tutmak isteyenler var. Dizide bunu çok güzel izliyorsunuz. Ve hala bugün İngilizlerle iş tutanları kahraman olarak görenler var. Bunun sebebini yazıyı okuyunca sanırım çok kolay anlayacaksınız.

Dizide Damat Ferit Paşa’yı izlediniz. Onun kurduğu kadronun nasıl bir fetva ile Kuvayı Milliyecilere ölüm fermanı imzaladıklarını üzüntü içinde izledik. Şu Türk Milleti de Damat Feritleri, Mustafa Sabrileri, Nemrut Mustafa Paşaları unutursa yuh olsun ervahına.

İngiltere’nin düşmanlığı hiçbir şekilde bitmeyecektir. Bugün bile devam etmektedir. Yavuz Bahadıroğlu beyefendi bu familyadandır.

Paslikilit.com adresinden yazılarımı okuyanlar 2019 yılının nisan ayında Boğaziçi Üniversitesi’nde konferans veren bir profesörden bahsettiğimi hatırlayacaklardır. Profesör HAMZA ANDREAS TZORTRİZ adındaki bu adamı adı geçen üniversitede konferans vermek üzere çağıran “Boğaziçi İslâm Araştırmaları Topluluğu” adlı bir öğrenci kuruluşu. Hamza, Mısır asıllı, sonra Yunanistan’a, oradan da İngiltere’ye gitmiş. Sakallı, genç, yakışıklı bir adam. Görünüşünden bir Müslümanın etkileneceği, şüphelenemeyeceği özel eğitimli bir insan. Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği konferansta Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili olarak özetle aşağıdaki konuşmayı yapmış:

“Laik Türklerin nereden geldiğini bilmemiz gerekiyor. Hatırlayın ki büyük bir mücadele verdiler. Onların isimlerini söylemeyeceğim. İslam’ı bu ülkeden kaldırmak istediler. Bu kadar basit. Eğer kendi tarihinizi okursanız, bu şahsın ve diğerlerinin memleketinizden İslam’ı kaldırmak istediklerini anlarsınız. Beni de onun bu memlekette ne kadar çok heykeli olduğu ilgilendirmez. Bu saçma. Hakikat, hakikattir. Sonuçta dininizi ortadan kaldırmak için bir uğraş verdiler.”

“Örtünmeyi kaldırdılar, ezanı kaldırdılar, Arapçayı kaldırdılar, İslami eğitimi kaldırdılar. Bu, Allah’ın dostu mudur yoksa şeytanın dostu mudur? Siz düşünün. Ben bunun cevabını vermeyeceğim. Birisi size ezanı yasaklıyorsa, insanlara laik olmalarını söylüyorsa, Allah’ın kelamını saymayıp şeriatı kaldırıyorsa, örtünmeyi kaldırıyorsa, Arapçayı kaldırıyorsa, Kur’an ve imamları atıyorsa bu Allah’ın mı şeytanın mı dostudur?”

Tabii ki orada bulunan Türk çocukları hep bir ağızdan “şeytanın!” diye bağırmışlar. Çünkü İngiliz Profesör, Mustafa Kemal’in İslam’ı bu ülkeden kaldırmak istediğini söylüyor. Her zamanki İngiliz taktiği. Orada oturan Müslüman öğrenciler ne yapsın! İngilizlerin, Türk Milleti üzerindeki stratejilerini İslam üzerine kurduklarını bilmeyenimiz herhalde yoktur.
Peki İngiltere bunu nasıl başarıyor?

 

Osmanlı yıkılırken Vehhabilik adında bir sahte İslam uydurarak Arapların ittifakını sağlayıp, onları Osmanlı’ya düşman ettiğini, Hicaz’ın bu şekilde elimizden çıktığını tarih açık bir şekilde anlatıyor.

Anadolu’da istiklal mücadelesi verilirken, İngiltere’nin bu mücadeleyi nasıl ve kimlerle durdurmak istediğini bilmeyenimiz yoktur.

Aradan kaç yıl geçti. 100 yıl değil mi? İngiltere Türkiye masasını boş mu bırakıyor sanıyorsunuz? Bugün kimleri kullanıyor? Müslümanlar nasıl oluyor da birbirine düşman oluyor? Hiç düşündünüz mü?

İngilizlerin bugün ne yaptığını anlamanız için iki örnek vereceğim. Birinci örnek Osmanlıdan, ikinci örnek Türkiye Cumhuriyeti’nden. Aradaki benzerliği fark edince şaşıracaksınız.

 

Birinci örnek:

Karanlık güçler tarafından (!) 1909 yılında İstanbul’da 31 Mart İsyanı tezgâhlanır. İsyanda baş rolü Derviş Vahdeti adlı bir ajanın çıkardığı Volkan gazetesi oynar. Çok güzel bir strateji hazırlanmıştır. Şeriat isteriz tahrikleri yapan Volkan Gazetesi, yaptığı yayınlarla durmadan halkı ayaklanmaya çağırır. Bu gazetenin sahibi olan Derviş Vahdetî, Kıbrıs’ta İngiliz Yüksek Komiserliği’nde memurluk yapan, İngiltere kraliçesi adına verilen resepsiyonlara giydiği redingotuyla, beyaz eldivenleriyle katılan bir İngiliz ajandır. Daha sonra İngiltere’ye kaçmıştır.

Bu isyanın sonunda Sultan Abdülhamit tahttan indirilmiştir.

İkinci örnek:

Aşağıdaki bilgi Vakit Gazetesi’nin sayfalarından alınmıştır. Kraliçe’nin verdiği davete kimin katıldığını boy boy resimlerini de vererek anlatmaktadır.

“İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in Buckingham Sarayı’nda verdiği ‘Bahçe Partisi’ne Habervaktim de katıldı. Habervaktim’in Londra muhabiri Mehmet Nedim Aslan, davete ilişkin şu bilgileri aktardı: Önceki gün Buckingham Sarayı’nın bahçesinde gerçekleştirilen ve yaklaşık 8 bin kişinin katıldığı Bahçe Partisi’ne Kraliçe adına davet organizasyonunu düzenleyen Lord Chamberlein Türk basınından sadece Habervaktim’i davet etti. Öğleden sonra saat 04.00’te Kraliçe’nin eşi Edinburgh Dükü Prens Philip ile Saray’ın bahçe kapısından içeri girmesiyle başlayan partiye, Galler Prensi Prens Charles ve eşi Camila da katıldı. Partiye davet edilenlerin arasına karışan Kraliçe ve Kraliyet ailesinin diğer fertleri davetlilerin bazılarıyla sohbet etti. Bahçede İngilizler ve yabancı konuklar için kurulan çadırlarda, çay, kahve, pasta ve sandviç ikram edildi. Yaklaşık 2 saat süren Bahçe Partisi’nde bazı davetliler Kraliçe ve Kraliyet ailesinin diğer fertlerini görmeye çalışırken, diğer bazı konuklar da geniş bir alanı kapsayan bahçedeki göl etrafında dolaştı. Habervaktim’in yer aldığı Diplomatik Çadırı’nı da ziyaret eden Kraliçe, burada davet edilen bazı ülkelerin büyükelçileriyle sohbet etti. Bahçe Partisi, Kraliçe’nin saat 6.00’da bahçeden ayrılmasıyla sona erdi.”

Biliyorsunuz geçtiğimiz yıllarda ölen Nazım Kıbrisî de İngiltere hesabına çalışan bir ajandı. MİT Kıbrıs’ta, İngiltere hesabına casusluk yaparken suçüstü yakalamıştır. Ama bir kısım Müslümanlar onu hala büyük bir zat olarak, Şeyh olarak tanımaktadır. Ne müthiş bir etki, değil mi?

Anlayacağınız İngiltere’nin şu anda da aramızda ajanları vardır. Ve bu ajanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi Müslüman sıfatları ile aramızda dolaşmaktadırlar. Yazık ki bizim saf halkımız hala bu gerçeği görmek istememektedir. Çünkü arada “Din” vardır. Vatandaş ne yapsın. Devlet bu ajanları açıklamıyorsa vatandaş nasıl öğrensin. Bizim çabalarımız beyhude bir çaba.

Samimi, ıstıraplı değerli bir dostum sürekli bana öneride bulunuyor. “Çok büyük bir İslam Üniversitesi kuralım!” diyor. Ancak böyle bir üniversitenin Müslümanların problemlerini çözebileceğine, Batılılara karşı Müslümanların yeni bir güç oluşturabilmesi için esaslı bilimsel bir çalışmanın içinde olunması gerektiğine samimiyetle inanıyor.

Üniversiteyi kurup da İngilizlere kendi ellerimizle teslim etmez miyiz? “Ederiz” dediğinizi duyar gibiyim.

Her zaman yazıyorum. “Düşmanını bil yenilmez olursun!” denmiştir.

Türk Milleti’nin yeniden “Tarihe kural koyacak!” güce erişmesi dileklerimle.

Uyarmak vatan borcumdur. Uyanınız.

 

 

 

 

 

 

 

Emanuel Karasu

 

 

Şevket Süreyya Aydemir’de Emanuel Karasu için dipnot:

“Emanuel Karasu, 1908’den sonra Selanik mebusu olarak Mebusan Meclisi’ne girdi. İhtilalden önce Talat Bey postahaneden de çıkarıldığı zaman, onu yazıhanesinde çalıştırdı, korudu. Fakat anlaşıldığına göre Enver hariç olmak üzere birçok İttihat ve Terakki önderlerini Masonlaştıran odur. Siyonizminden de bahsedilir. 1909’da Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar verildiği zaman bu kararı Abdülhamit’e tebliğ için seçilen heyette o da vardı. Halbuki Abdülhamit, hem padişah hem de İslamların halifesi sayılıyordu. Halifenin bu makamdan alınışına bir Musevinin memur edilişi, bizzat Abdülhamit’te de ayrıca tepki yaptı. Bu intihap (tercih-seçim) herhalde yanlıştı ”
Makedonya’dan Ortaasya’ya ENVER PAŞA Sayfa 512, dipnot.

 

Görüldüğü gibi, Markedonya’da ayaklanan 3. Ordunun genç zabitlerine yol gösterenler masonlardır.

Şevket Süreyya Aydemir Masonların varlığını ve Siyonizmi açıkça ifade etmektedir.

O halde II. Meşrutiyet’i ve kanun-u Esasi’yi  kimlerin istediği böylece açıkça ortaya çıkmaktadır. Hiçbir izaha ayrıca gerek yoktur.

Bu Yazıyı Mutlaka Okuyunuz

Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Ali Erbaş
Sayın Başkan,
Türkiye ağır bir çoklu kriz sürecinden geçmektedir.
Bu çoklu krizin ana unsurları, tek adam yönetimine geçiş ile iyice belirginleşen Devlet Krizi; Türk toplumunu ayrıştıran/düşmanlaştıran politikalar neticesinde ortaya çıkan Milli Birlik Krizi; yanlış ekonomik politikalar sonucunda ortaya çıkan Ekonomik Kriz ve 5.3 milyon Suriyeli sığınmacının ülkemize gelişiyle oluşan Sığınmacı Krizidir.
Küresel ve bölgesel gelişmeler, bu çoklu krizden geçen ülkemizin önümüzdeki yıllarda daha da ağır bir politik buhran yaşayacağını göstermektedir.
Emperyalist güçler, yaşadığımız krizin sonuçlarını ve gerçekleşecek buhranı istismar etmek isteyeceklerdir.
Batı emperyalizmi için Doğu veya Türk sorunu 1071’de Malazgirt’e girmemizle birlikte başlamıştır.
1071’de Malazgirt’ten giren Türk Ordusu, 1083’te İznik’i başkent yapmış ve Anadolu Türk Selçuklu devletini kurmuştur. Böylece Türk milletinin İslam adına birleşik Avrupa uygarlığına, Hristiyan Avrupa’ya karşı 900 senedir devam etmekte olan mücadelesi başlamıştır. İznik’in başkent ilan edilmesi üzerine 1094’de ilk Haçlı seferi başlamış ve 1272’ye kadar ardı ardına 9 Haçlı Seferi gerçekleşmiştir.
Türk Milleti amacı kendisini Anadolu’dan atmak olan Haçlı Seferlerini göğüslemiş, yenmiş Anadolu üzerindeki egemenliğini tartışmasız hale getirmiştir. Haçlı Seferlerinin aşılmasını, Osmanlı Türklüğünün milletimizin egemenliğini önce Balkanlara, sonra Orta Avrupa’ya taşıması izlemiştir.
Bu ilerleyiş Türk Milletinin Rumeli’ye ilk adımını attığı 1352’de başlamış, 1683’de Viyana önünde başlayan geri çekilişe kadar devam eden 331 seneye yayılmıştır.
1683 ile 1921 arasında Türk milleti Viyana’dan Sakarya Nehrine kadar 238 sene süren geri çekilme süreci içinde olmuştur.
Çekilen sadece ordumuz ve sancağımız değil, milletimiz, dinimiz ve kültürümüzdür. Bu geri çekilme sırasında tarihin en uzun ve en büyük soykırımı yaşanmıştır. 1812-1918 arasında Balkanlar ve Kafkaslardan 4.5 milyon Türk Anadolu’ya sığınırken, 5 milyon Türk ise tarihin en uzun ve en büyük soykırımı sonunda yaşamlarını yitirmişlerdir.
1918’de Kudüs’e giren İngiliz general son Haçlı Seferi’nin başarı ile sonuçlandığını açıklamıştır.
Artık sıra Asya’nın kızılderilileri olarak görülen Türk milletinin Anadolu’dan tasfiyesine gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın yorgun galipleri Türk milletinin kasaplığını yapma görevini Yunan ordusuna vermiş, kendisi ise bu kasaplığa arkadan yardım etmiştir.
Bu kasap ordunun on binlerce Türk evladını işkenceler ile katlettiğini, binlerce Türk kadınına aşağılık şekilde tecavüz ettiğini biliyoruz.
Siz, Sayın Başkan,
Anadolu’nun harem-i ismetine tecavüz eden Yunan ordusunun savaşı kazanmasını arzu eden bir Türk-İslam düşmanını hasta ziyareti adı altında ziyaret ederek Yunan ordusunun katlettiği insanlarımızın ruhlarını incittiniz. İncittiğiniz sadece tecavüz edilip işkenceler ile öldürülen Türk analarının, süngülenerek katledilen bebeklerimizin, adım adım çarpışarak şehit olan mehmetçiklerin ruhları değildir. Onlara bütün umutlarını bağlayan yüz milyonlarca mazlum millet mensubunun da ruhlarıdır.
Sayın Başkan,
Türk İstiklal Harbi, Türk milletinin yok edilmeye karşı direnişidir.
Türk İstiklal Harbi cereyan ederken dünyada 300 milyon Müslüman vardır. Bu 300 milyon Müslümanın Sakarya ve Aras arasına sıkışan 10 milyonu, Türk milleti bağımsızlık mücadelesi verirken 290 milyonu emperyalizmin egemenliği altında yaşamaktaydı.
Bu anlamda Türk İstiklal Harbi sadece Türk milletinin değil bütün İslam dünyası ve mazlum milletlerin de emperyalizme karşı isyanıydı.
Sayın Başkan,
Durum bu iken başkanlığını yaptığınız DİB Türk milletini kucaklamak yerine iktidar partisinin yan kuruluşu gibi çalışmaktadır. Bazı imamlar camilerde muhalefet partilerine hakaret etmekte, iktidar propagandası yapmaktadırlar. Görüyoruz ki, İstiklal Harbimizin önderi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e karşı bir huruç harekatı yapılmak istenmektedir.
Bu harekatın koçbaşı olarak DİB görev almıştır.
Türk milletinin tamamının ortak değeri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türk İstiklal Harbi’ne karşı başında olduğunuz kurum düşmanca tavır almıştır. Devletimizi ve kurumunuzu kuran Atatürk’ten kurum sitesinde bahsetmiyorsunuz. Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilmesini yasakladığınız haberleri gazetelerde çıkıyor. Atatürk’ün fotoğraflarını cami yaptırma derneklerinden indirtmeye çalışıyorsunuz. Raporlarınızda Atatürk’ü din karşıtı gibi göstermeye çalışıyorsunuz.
Sayın Başkan,
Ben size kısaca Atatürk’ü anlatayım. 4 Ekim 1911. İtalya ilk sömürgesini oluşturmak amacı ile Libya’nın işgaline başlıyor. Osmanlı Devleti’nin İtalya ile açık ve kapsamlı bir savaşa girme gücü yok. Ancak isteyen subayların gönüllü olarak Libya’ya gitmelerine izin verildi. Binlerce subay arasından bir avuç subay gönüllü olarak Libya’ya gitti. Mustafa Kemal, 22 Aralık 1911’de Derne’ye ulaştı. Arap kabilelerini gerilla savaşı için örgütledi ve İstanbul, Libya’dan vazgeçen anlaşmayı imzalayana kadar İtalyanlar ile savaştı.
(1911 – 1912)
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Mustafa Kemal, görev istedi. Çanakkale’ye atandı. İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda ve Fransız birlikleri ile savaştı, yendi. (1915-1916) Çanakkale’den sonra Mustafa Kemal, 16. Kolordu’ya Doğu cephesine atandı. 16 Nisan 1916’da Silvan’da göreve başladı. Muş-Bingöl hattında ilerleyen Rus Ordusu ile savaştı. 7 Ağustos 1916’da Muş’u ve sonra Bitlis’i Rus Ordusundan geri aldı. Haziran 1917’de Mustafa Kemal, 7. Ordu ile Filistin Cephesinde görevlendirildi.
Artık sırada tekrar İngiliz ordusu vardı. Ancak, İngilizler kadar büyük bir sorun Türk askerinin kanı üzerinde Alman menfaatlerini gerçekleştirmeye çalışan Alman komutanlardı.
Ekim 1917’de görevinden istifa edip İstanbul’a döndü. Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönmesinden 15 gün sonra İngilizler saldırdılar ve Kudüs’ü aldılar. Mustafa Kemal’in uyarılarında haklı olduğu anlaşılmıştı. 1 Eylül 1918’de tekrar aynı göreve atandı ve göreve başladı. Bu sefer Alman Falkenheim gitmiş, onun kadar yanlış bir adam olan Liman von Sanders yerini almıştı. Sanders’in mutlak ölüme götürdüğü Türk birliklerini, yok olmaktan kurtarıp, savaşarak geri çekti ve kuzeyde sağlam bir hat üzerine yerleştirdi.
Artık Birinci Dünya Savaşı bitmişti. Kaybetmiştik. Ancak Mustafa Kemal, Türk milletinin yeni bir savaşa başlayacağının bilinci içinde her bir Türk gencini gelecekteki savaş için hazırlıyordu (1917-1918). Bazı ahlaksız, vicdansız, cahil ve beyinsizlerin söylediğinin aksine, Mustafa Kemal Atatürk, hayatının büyük bir bölümünde Osmanlı Türk Devleti’nin yıkılmamasının mücadelesini vermiştir.
19 Mayıs 1919. 1683’de gerçekleştirdiğimiz İkinci Viyana Kuşatmasından beri geri çekilen Türk milleti artık “nihai” olarak yenilmiştir. Düşmanlarımız sadece bizi değil, müttefiklerimizi de yenmişlerdir.
Yunan ordusu, Avrupa emperyalizminin kasap ordusu olarak yukarıda kaydettiğim gibi Anadolu’ya yollanmıştır.
Türk halkı yoksul, yorgun ve inançsızdır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1911’de Libya’da en küçük gerilla birliğinden başlayarak sekiz sene içinde ordu komutanlığına kadar her kademedeki birliği komuta ederek pişen askeri dehası, şimdi siyasi ve psikolojik bir dehayı ortaya çıkarmaya başlar. Mustafa Kemal, Türk milletini tekrar savaşa ikna eder.
Meclis kurulur, ordu kurulur, Birinci ve İkinci İnönü, Eskişehir-Kütahya, Sakarya, Dumlupınar. Sonra önce İzmir’e ve İstanbul’a giren Türk Ordusu. İstanbul’un ikinci kez fethi. Hazreti Peygamberin Hadis-i Şerif’i yere düşmez. “Konstantinopolis’i fetheden asker ne güzel askerdir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”
İstiklal Harbi, Türk milletinin savaşı tekrar kabul etmesi ve İngiliz emperyalizmini siyasi, Yunan ordusunu ise askeri olarak yenmesidir (1919-1922).
Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması başlar. 1071-1683 arasında 612 sene sürekli savaşarak ilerleyen ve sonra 1683’den 1921’e kadar 238 sene sürekli savaşarak adım adım geri çekilen bir millet, bir dinin tek başına birleşik Avrupa’ya karşı kılıcı ve kalkanı olan bir millet, yaralarını sarmak için çabalamaktadır.
8 Kasım 1938. Mustafa Kemal uyanır. Saate bakar göremez. Hasan Rıza Soyak’a sorar: “Saat kaç?”, “7.00 efendim” Aynı soruyu birkaç kez daha sorar. Soyak, cevabı tekrar ederek, saatin 19.00 olduğunu söyler.
Soyak, “Biraz rahat ettiniz mi efendim?” diye sorar. Gazi “Evet” der. Doktor Neşet Ömer İrelp, dilini çıkarmasını ister. Mustafa Kemal dener. Ancak sonra dilini geri çeker. İrelp’e dikkatle bakar ve son olarak “Aleykümselam” der.
30 saat süren komadan hiç çıkmaz ve 10 Kasım saat 09.05’de kalbi durur.
“Melekler, onların canlarını iyiler olarak alırken, ’selamün aleyküm! yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin’ derler.” (Nahl/32)
Sayın Başkan,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk sadece Türk milletinin değil, İslam dünyasının da son dehasıdır. Başında bulunduğunuz kurum Atatürk’e, Türk İstiklal Harbi’ne saygısızlık, düşmanlık yaparak Türk Milleti’nin büyük çoğunluğundan hızla kopmaktadır.
Sayın Başkan,
Uzun bir süre DİB’in İstiklal Harbimize ve Atatürk’e saldırılarını, düşmanlığını sessizce izleyen, camiden uzaklaşan vatandaşlar artık tepkilerini sesli şekilde göstermeye başlamışlardır. Camilerimizde kavgalar ve protestolar çıkmaktadır. Türkiye’de her geçen gün cuma namazına giden sayısı azalmakta, tepkisel olarak deist ve ateist sayısı tırmanmaktadır.
Sovyetler Birliği döneminde Rusya’da ateist propaganda bile ateizmin gelişmesi konusunda sizin sağladığınız başarıyı sağlayamamıştı.
Bu “başarı” sizin eserinizdir.
Sayın Başkan,
Hz. Osman’ın katilleri gibi ümmeti bölüyorsunuz.
Bu gidiş iyi bir gidiş değildir. DİB izlemekte olduğu bölücü ve dışlayıcı politikaları terk etmezse yarın daha büyük olayların olması muhtemeldir. Hatta DİB camilerine gitmek istemeyenlerin kendi camilerini kurmaları şaşırtıcı olmayacaktır. DİB, AKP’nin değil, bütün milletin Diyaneti olduğunu hatırlamak zorundadır.
Sayın Başkan,
Bulunduğunuz makam, Türk İstiklal Harbi’nin manevi önderlerinden ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk başkanı Rıfat Börekçi’nin makamıdır. Bulunduğunuz makam, aziz milletimizin dinimizi öğrenmesini ve güçlü maneviyata sahip olmasını sağlamakla görevlidir. Bulunduğunuz makam partizanlık yapma değil bütün yurttaşları kucaklama, eşit sevgi ve şefkat gösterme makamıdır. Siyasetin ayırdığı hatta son dönemde düşmanlaştırdığı kitleleri; bir araya getirme, aynı milletin çocukları, aynı peygamberin ümmeti olma duygusunu verme görevi Diyanet İşleri Başkanlığına düşmektedir. Ülkemize yönelik küresel ve bölgesel gelişmelerin ağır tehditleri gündeme taşıdığı bir dönemde milli birlik ve beraberliğimiz daha da büyük önem kazanmaktadır.
Sayın Başkan,
Şu ana kadar birçok büyük yanlış uygulamaya imza attınız. Ancak bunları düzeltmek için hala adım atma şansınız var.
Türk milletinin bölünmesine, ayrışmasına, düşmanlaşmasına daha fazla yardımcı olmayın.
Aziz Atatürk’ün iç cephe dediği milli birliğimizi güçlendirici adımları hızla atın. İstiklal Harbimize ve Atatürk’e, Türk Milletinin milli değerlerine saygı gösterin. DİB’i Atatürk’e saldırıların koçbaşı olarak kullanmaktan vazgeçip, bir süre birlikte çalıştığınız FETÖ ile gerçek bir mücadeleye başlayın. Araştırmacı-gazeteci İsmail Saymaz’ın “Şehvetiye Tarikatı” kitabını okuyun ve gereken önlemleri alın.
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ

İnsanlığa verlen en büyük ders.

Görüntünün olası içeriği: yazı

Aynı Kafa

Değerli dostlar,

Bir değerli dost Atatürk’ü eleştirdi ve “Milli devlet kurduğunu düşündüğün Mustafa Kemal Venizelos’la neden dost oldu? Venizelos (Yunan başbakanı) neden Nobel Komitesi’ne onun nobel ödülü alması için tavsiyede bulundu? Onun kurduğu devlet tamamen Batılı devletlerle anlaşmalı bir devlettir” dedi. Yani bu değerli dost  Atatürk karşıtı bir düşünceye sahip. Tabii ki çok üzüldüm.

Şimdi aşağıya Venizelos’un gerçekten Nobel Komitesi’ne yazdığı mektumbu aynen alıyorum. Lütfen siz de okuyunuz.

 

“Nobel Komitesine mektubu
Elefterios Venizelos

12 Ocak 1934, Atina

Sayın Başkan,

Yaklaşık yedi asır boyunca Yakın Doğu’nun taamı ve Orta Avrupa’nın büyük kısmı kanlı savaşlara sahne oldu. Bunun temel sebebi Osmanlı İmparatorluğu ve onun sultanlarının mutlakıyetçi yönetim sistemiydi.

Hıristiyan halklara boyun eğdirilmesini kaçınılmaz olarak takip eden Haç’ın Hilâl’e karşı dini savaşları ve ardından da özgürlüklerine düşkün bütün halkların başarılı diriliş hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu sultanların etkisinde kaldığı sürece daima devam eden bir tehlike ortamıydı.

Mustafa Kemal Paşa’nın milli hareketinin rakiplerine galip gelmesiyle 1922’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu belirsizlik ve hoşgörüsüzlük devletine kesin bir son verdi.

Hakikaten, bir milletin hayatında bu kadar kısa zamanda bu kadar köklü bir değişiklik nadiren gerçekleştirilebilmiştir.

Hukuk ve dinin birbirine karıştığı dini bir rejim altında yaşayan, çöküş halindeki bir imparatorluk tamamen hayat ve canlılık dolu modern bir ulus devlete dönüştürüldü.

Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı hızla, sultanların mutlakıyetçi rejimi sona erdirildi ve devlet tamamen laik oldu. Haklı olarak medeni milletlerin en ön saflarında yer almaya büyük istek duyan bütün millet gelişmeleri benimsedi.

Fakat, barışın sağlamlaştırılması etnik Türk kimliğinin baskın olduğu devletin şu günlerdeki haline dönüşmesine yol açan inkılaplarla birlikte yürütüldü. Hakikaten, Türkiye diğer milletlerin meskun olduğu illerini hukuka uygun bir şekilde kaybetmiş olmayı kabullenmede tereddüt etmedi ve anlaşmalarla belirlenen siyasi ve etnik sınırlardan razı olup Yakın Doğu için gerçek bir barış dayanağı haline geldi.

Türkiye’yle sürekli devam eden anlaşmazlıkların neticesinde asırlarca kanlı savaşlara sürüklenmiş olan biz Yunanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olan bu ülkede gerçekleşen derin değişikliğin etkilerini ilk hissedenler olduk.

Küçük Asya Felaketi’nden hemen sonra, savaştan bir ulus devlet olarak çıkmış olan yeniden doğan Türkiye’yi anlama fırsatını fark ederek ona, elimizi uzattık ve o da samimiyetle karşılık verdi.

Samimi barış arzusuyla dolu olduklarında en derin farklılıklara sahip halkların bile tekrar yakınlaşabileceklerini gösteren bu yeniden birbirimize yakınlaşma faaliyeti hem iki ülke için hem de Yakın Doğu’daki barışı sürdürmek için faydalı oldu.

Barışı tesis etmek için yapılan bu paha biçilmez katkıyı gerçekleştiren kişi elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.

Bu yüzden, 1930 Yunanistan Hükümeti’nin lideri olarak, Yunan-Türk anlaşmasının imzalanmasının Yakın Doğu’nun barışa doğru yürüyüşünde yeni bir dönemi başlattığı şu zamanda, Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülü’ne sahip olmanın ayırt edici itibarıyla ödüllendirilmesini teklif etmekten onur duyarım.

Saygılarımla,

Elefthérios Kyriákou Venizélos”

 

Endişe İle Karşılıyorum.

Değerli dostlar,

Bugünkü basında belki haberi okudunuz. Afif Demirkıran Türkcell yönetim kuruluna atanmış.

Fethullah Gülen’in yanında boy boy resimleri olan bir şahsın TÜRKCELL gibi bir kurumun yönetim kurulu üyeliğine atanmasına kesinlikle karşıyım. (Hem de 20 bin euro maaşla!) Bana göre bu kuruma ABD bir ajanını sokmuştur. Çok manidar buluyorum. Böyle bir adamı o kuruma atayan zihniyeti anlamakta güçlük çekiyorum ve endişe ile karşılıyorum. Devletin bu tür stratejik hatalar yapmaması gerekir.

Demek ki ders almıyoruz.

 

 

 

 

Rus Kimdir?

Değerli dostlar,

 

Suriye sorunu dolayısıyla Rusya ile sık sık karşı karşıya geliyoruzl İdlip’te 34 Şehidimizi Rusların vurduğu söyleniyor. Doğru olabilir. Bu, açıktan açığa yapılan bir savaştır. Bizim idarecilerimiz de sık sık bunun bir savaş olduğunu vurguluyor. “Omuz üstande kelle bırakmayacağız!!” gibi ifadeler kullanılıyor. Bence böyle zamanlarda maksadını aşan ifadeler kullanmamak, devr-i sabık yaratmamak lazım.

Harp çok kötü bir şeydir. Özellikle II. Viyana Kuşatması’dan beri girdiğimiz hiçbir savaşı kazanamamışız. İstiklal Savaşı ve bir iki ufak savaşlar hariç. Rusya ile ilişkilerimizden son derece büyük zararlar görmüşüz. Ruslar Türk Milleti’ne büyük zayiatlar verdirmiştir. 93 Harbi’nde Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi. Neyse ki Rusya’yı zaman zaman Fransa ve İngiltere ile dengelemişiz.

 

Şimdi yine tarihin ibretle yazacağı bir hareket içindeyiz. Bana sorarsanız, kesinlikle savaşa girilmemesinden yanayım. Sorunlar mutlaka politika ile çözülmelidir.

Devletin haklı olduğu, Suriye’de ne işi olduğu konularına girmeyeceğim. Ancak, televizyonlarda bazı kendini bilmeyenler cahil cahil ahkâm kesip duruyorlar. Rusya’yı hafife alıyorlar. Bizim için çantata keklik gibi görüyorlar. Teknolojisi zayıf filan diyorlar. (S 400’ler kimden alınmış acaba?!)

Allah savaşa mecbur etmesin. Ben Rusya’yı hafiye alanlardan değilim. Rusları bizim babalarımız kendi topraklarımızda gördü bile… Bayburt-Çaykara yolunu Ruslar yaptırmıştı. Anlayacağınız, Ruslar bizim doğduğumuz toprakları bile işgal etmişlerdi.

Aşağıya bir alıntı yapıyorum. Yeniçağ gazetesi yazarlarından Ahmet Sevgi Bey “Rus Kimdir, Moskof Nedir?” makalesinde paylaşmıştı.

Biz de gençliğimizden beri biliriz. Süleyman Nazif’in bu uyarısını sizlerle paylaşmayı bir borç bildim.

MOSKOOF’UN SULHÜ ALDATICI, SÜKÛTU KUDURGAN, YARDIMI MİHNET VERİR. 

ANADOLU’NUN HERHANGİ BİR KÖŞESİNDE HERHANGİ BİR HANÜMAN GÖSTERİLEMEZ Kİ MOSKOF MUHAREBELİRİNDE BİR EVLADINI ŞEHİT VERMEMİŞ OLSUN. 

EY TÜRK OĞLU KANMA ALDANMA! 

Süleyman Nazif’ten yapılmış  olan alıntıyı lütfen koyunuz. 

Tam iki buçuk asır… Evet, iki yüz elli sene oldu ki ırk ve dinimizin bu en büyük ve en amansız düşmanına ölüm meydanlarında sık sık tesadüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman aile gösterilemez ki bir veya daha çok evladını Moskof muharebelerinin birinde şehit vermemiş olsun. O muharebe meydanlarının binlerce unutulmuş destanları, diyar-ı İslâm’ın ıssız köşelerinde, iki yüz elli seneden beri bütün ıstıraplarıyla uyandırılmayı, iki yüz elli seneden beri intikamının alınmasını bekliyor.

Memleketimizde tütmeyen ocakların her biri diğerine bir Rus muharebesinde bestelenmiş sessiz bir feryadı tekrar ediyor.

Köylere, tarlalara niçin harap olduklarını sor. Cevap verirler ki kendilerini imar etmek için çalışan kol bir Moskof cenginde kırıldı.

Bu diyarın doğusunda, kuzeyinde, bir avuç toprak bulunmaz ki Türkün, Moskof eliyle dökülmüş mübarek kanını içmiş olmasın.

Bu diyarın batısında, güneyinde bir yuva görülmez ki yıkılmış duvarları Türkün, Rus silahı ile uzaklarda ölmüş bir oğluna çektiği hasreti ifadeye çalışan feryatlarını dinlemiş bulunmasın…

Moskofun sulhu aldatıcı, sükûtu ısırıcı, yüze gülüşü haince, yardımı tahkirdir.

Ey Türk oğlu! Sana damarlarındaki kanı verenler, kanlarının son damlalarını Moskof muharebelerinde döktüler. Sen bugün, yarın ne olursan ol, fakat unutma ki o şehitlerin ebedî bir yetimisin! Bu din, bu devlet, bu vatan gibi, bu gayz, bu kin bu intikam da onların sana mübarek bir mirasıdır. Dünyada bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına, bu vazifene hürmetkâr ol, Türk oğlu…

 

 

İlker Başbuğ Ne Diyor?

 

 

Değerli dostlar,

  1. Genelkurmay başkanımız İlker Başbuğ, bugünlerde yeni bir görüş ortaya attı. Şöyle dedi: “TSK’ya karşı duymuş olduğumuz saygı ve sorumluluklarımız çerçevesinde doğru bildiklerimizi söylemekten hiçbir şey bizi alıkoyamayacaktır. 2009’da askerlerin özel yetkili mahkemelerde yargılanma teklifini getirenler araştırılsın!”

2009 yılında 25 Haziran’ı 26 Haziran’a bağlayan gece TSK mensuplarının askerî sahalarda suç işleseler bile sivil mahkemelerde yargılanmaları için kanun çıkarılmıştı. İlker Başbuğ diyor ki; bu kanunu çıkaranlar kimlerse FETÖ’nün siyasî ayağı onlardır.

Bence haklı. Ha! Kendisi o zaman genelkurmay başkanı olarak neden olup bitenlere engel olmadı bilmiyorum. Bu bir kurmay için büyük bir basiretsizliktir. Hapse bile girdi. Onun için büyük bir zaaftır. Madem askerdin, ülkenin başına gelecekleri tahmin ediyordun, gerekeni yapsaydın o zaman. Yapmadı.

Yapmayınca ne oldu? Ergenekon ve benzeri tezgâhlar düzenlendi. Türk Silahlı Kuvvetleri hepimizin gözü önünde mahkûm edildi.

Bunun sonucu ne oldu? Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir darbe aldı. Bölündü, zayıfladı. Bugün hala haberlerde askerî birliklerden FETÖ elemanlarının toplandığı okunup duruyor. Bu işin pratik sonucu şudur: Amerika, Türk Ordusu’nu zayıflatarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne diz çöktürmüştür.

Tabii ki sonradan ERGENEKON diye bir örgütün olmadığı anlaşılmış ve R. Tayyip Erdoğan, “Allah da Milletim de beni affetsin!” demiştir.

Muhakkak ki Türk Ordusu’na bu kumpası kuranlar Amerikan ajanlarıydı. Yani FETÖ’cülerdi. İyi de aynı FETÖ’cüler İlker Başbuğ’un anlattığı yasayı da çıkardılar! Zekeriya Öz’ü hatırlayın. Karşısına oturtulan Engin Alan’la nasıl da alay etmişti. Engin Alan’ın daha onun karşısına getirildiği gün infaz kararı verilmişti.

FETÖ’nün siyasi ayağı ortaya çıkarılsın denilince beyefendilerin asapları bozuldu. “Hepiniz bu adama (İlker Başbuğ’a dava açın!) emri geldi milletvekillerine.

Biliyorsunuz, FETÖ ile ilgili meclis araştırması açılmasına AKP ve MHP oylarıyla engel olunmuştu.

Size daha ilginç bir gelişme aktarmak istiyorum.

Yıllarca Soros’un Türkiye ayağı işlerini yürüten bir isim var. N. Can Paker. Bu konuyu anlatmıştım birkaç yazımda. Can Paker, Süheyb Öğüt ve Hilal Kaplan Üsküdar’da bir yalı kiralayarak orada dernek kurdular. Bosorus Global. (17 hizmetli çalışıyormuş dernekte.) Geçen gün R. Tayyip Erdoğan bu derneği ziyarete gitti.

Can Paker’in kim olduğu belli.

Süheyb Öğüt: Fethullahçı Mehtap televizyonunda babası canlı yayında iken kalp krizi geçirerek ölmüştü. Bilgi Üniversitesi ile sıkı ilişkileri olan biri.

Hilal Kaplan: Süheb Öğüt’ün eşi. Yandaş gazetelerde yazı yazar. Türkiye Cumhuriyeti demesek de Anadolu Federasyonu desek ne olur, Türk Bayrağı demesek de devlet bayrağı desek ne olur, diyen bir yandaş yazar. Bospous Global,  “Pelikan Dosyası!” adlı bir rapor hazırlayarak Ahmet Davutoğlu’nun görevden alınmasını da sağlamıştı.

Bu adamların Soros’la ilişkileri kesin. Ve bunları şu anda cumhurbaşkanı olan R. Tayyip Erdoğan ziyaret ediyor.

Türk Ordusu’na kimin kumpas kurduğunu şu anda biraz daha iyi anlayabiliyor musunuz? Türk Silahlı Kuvvetlerine kim kumpas kurmuşsa FETÖ’nün siyasî ayağı odur. Ve gerçekten konu bu noktadan ilerletilmelidir.
Mahkemeye vereceklermiş İlker Başbuğ’u. Bence vermeleri daha iyi olur. Eğer gerçekten vatansever savcı ve hakimler denk gelirse belki FETÖ’nün gerçek siyasî ayağı ortaya çıkar. Daha da iyi olur.

Ama değerli dostlar, mahkemelerin bu konuda bağımsız karar verebileceklerine inanmıyorum. Çünkü FETÖ’cüler mahkemeleri de ele geçirmiş durumdadır.

İlker Başbuğ’un değerlendirmesine katılıyorum.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

 

Siyasî Rejim Layusel Midir?

Müslümanlık aşkıyla iktidarın arkasında duran kesim bile son ‘Başkentgaz-Kızılay-Ensar’ üçgeninin malum dolambaçlı para transferi karşısında söz söyleyecek mecalleri kalmadı. Halen bir teselli arıyorlar; Birisi çıksın da işin aslının öyle olmadığını izah etsin veya en azından ikna etmeye çalışsın.

Nafile; bu siyasal rejim, o beklediğiniz aşamayı geçti. Yani kendi ellerinizle inşa ve ihata ettiğiniz siyasi rejim bundan böyle layuseldır! Kendini hesap verme durumunda görmüyor. Hesap sormaya kalkışanın da ağzını bir şekliyle kapattırıyor.

 

Fahrettin Dağlı