Author Archives: Mikdat Topcu - Page 4

Şehitlere Ölüdür Demeyiniz.

“Bize göre her yabancı şey düşman ya da hedeftir.

Hiçbir şey ve hiçbir kimse bizim dostumuz olamaz.

Hiçbir şey ve hiçbir kimse…” 

MOSSAD-İhanet Çemberi

Victor Oskrovsky-Claire Hoy

Yine şehitlerimiz var. Başımız sağ olsun milletçe.

Türk Milleti yüzyıllardır ağlıyor. İslam alemi yüzyıllardır ağlıyor. Doğu kültürü yüzyıllardır mağlup. Haber bültenlerinde hep bizim insanlarımızın gözyaşları var. Hep biz şehit veriyoruz. Hep bizim izzet ve şerefimiz ayaklar altına alınıyor. Türkiye’de, Irak’ta, Filistin’de, Pakistan’da, Afganistan’da, Kıbrıs’ta, Bosna Hersek’te… Hep bizim insanlarımızın feryatları var. Haber bültenleri adeta ölüm bültenleri gibi!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yine şehitler veriyor. Hain saldırılar, kurşunlar, şehitler, şehitler… Evet şehitler…  Ateş düştüğü yeri yakar demişler.

Ah şehitlerimiz! Müsterih olunuz, size “ölüdür” demiyoruz!

 

ŞEHİTLERE ÖLÜDÜR DEMEYİNİZ, ZİRA ONLAR DİRİDİRLER, FAKAT SİZ BİLMEZSİNİZ.

 

Ruhları şad olsun.

Vatan sağ olsun.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Devleti!

Yaşasın Milli Devlet!

Ümit Özdağ

Ümit Özdağ’ın bir düşüncesini okudum. Diyor ki;

”… bombalandıkları için Türkiye’ye doğru gelmiyorlar, Türkiye’ye gelmeleri için bombalanıyorlar!”

 

Tam da düşündüğüm şey bu. Suriye’den gelen insanları bu tarafa süren güçler var. Bu nüfus yurdumuzda zamanla iç savaş çıkaracaktır. Bu durum, devletimizin yıkılmasına sebep olacaktır.  (Allah esirgesin). Bunun en büyük örneği Endülüs’tür.

Uyarmak vatan borcumdur

 

 

 

Kanal İstanbul Bir Amerikan Projesidir.

Ben Olsaydım!

Değerli dostlar,

 

Rus hava kuvvetlerinin desteği ile Esat Güçleri dün akşam itibariyle İdlib’e bağlı Maarratünnuman ilçesini ele geçirdi. İlçe yerle bir edilmiş. Anadolu Ajansı haberi resimlerle destekleyerek veriyor. Bu haberler korkarım ki bundan sonr hep bu tarzda verilecek.

 

 

Astana’da, Soçi’de Ruslarla anlaşmıştık halbuki! Türk Silahlı Kuvvetleri de bayağı büyük bir harekât düzenlemişti. Görüyorsunuz sonuç sadece fiyasko. Sıfıra sıfır elde var sıfır.

 

Tarih kitapları savaşları anlatırken savaşa katılan ülkelerin güçlerini liste yaparlar. Savaşa katılan ülkenin nüfusu, asker sayısı, uçak gemisi sayısı, uçak, tank, top sayısı vs. ayrıntılı olarak anlatılır. Hatta uçaklarının yaşlarını bile verirler. (Önemli bir bilgiyi de paylaşayım. Bir savaş uçağının ömrü 32 yıl imiş. Bizim uçaklarımız bu yaşı doldurdular.)

Balkan Savaşları’na girerken Osmanlı Ordusu’nun subay sayısı tam olarak yarı yarıya azalmış. (32000 subayımız olması gerekirken 16000 küsür subayımız varmış)

Türkie Cumhuriyeti Devleti, bu konuları bilen ehil ellerde değildir. Bir ara Jandarma Genel Komutanı “Dağları PKK’dan temizledik!” diye beyanat vermişti. Görüyorsunuz, hala şehit geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni idare edenler, tabir yerinde ise cepheden cepheye koşuyorlar. Bir bakıyorsunuz Libya’dalar, bir bakıyorsunuz Doğu Akdeniz’de. Bir bakıyorsunuz Somali’de!! Bu dağılmayı hangi stratejik akıl yapıyor bilmiyorum. Birkaç gün önce eski genelkurmay başkanı, şimdiki Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar Yuninistan’ı uyardı. 16 adadaki silahlanmadan vazgeçin dedi. Halbuki atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Beyefendi, Yunan Genelkurmaybaşkanı Muğla’nın karşısındaki adalarda mangal yapıyor. Muğladan çıplak gözle dağa boya ile yapılan Yunan Bayrağını görebiliyorsunuz. Yıllardan beri bu konuda devleti uyaranların çabası demek ki boşa gitmiş. Acaba yeni mi uyandılar.

Doğu Akdeniz’de bir deniz savaşı olsa, Yunan Ordusu Gölcoük’teki donanmanın Akdeniz’e açılmasına müsaade eder mi? Öyle ya! Bu savaştır. Geçemezsiniz diyemezler mi? Ha! Dersiniz ki Siz kim oluyorsunuz. O zaman buyurun cenaze namazına!

Ben olsam, ekonomiyi iyice düzeltmeden, işsizliği azaltmadan, orduyu modern silahlarla donatmadan, birkaç büyük ülkeyi ittifakıma almadan böyle boyumdan büyük işlere girişmem. Değerli bir dost, “Şu andaki idareciler BOP’ta görevli oldukları için aldıkları emirleri yerine getiriyorlar!” diye yorum yapmıştı. üzüntüyle okudum. Türk Milleti’nin gözünün önünde böyle bir fütursuzluğu nasıl yapabiliyorlar aklım almıyor. Herhalde bunun sebebi halkın büyük bir oranda “biat” kültürüne inanmış olmasıdır. Bu son derece tehlikeli bir olaydır.

Ben olsam, bu oyundan geri dönerim. Milletime dönerim. Çok çalışırım, en modern silahları, düşmanın caydıracak en korkutucu silahları (mesela atom bombasını) yaparım, bahsettiğim büyük ittifakları kurarım, eğer kahramanlık yapacaksam ondan sonra işe koyulurum. Bugünkü idarecilerimizin, hiçbir hesap yapmadan (yada kasten) devletin başını çok büyük derde sokacak hesapsız hareketlerden kaçınması gerekir. Bunun sonucu çok ağır olur. Hesap vermesi ağır olur. Düşmanlarımız asla affedici değildir. Ortaçağ anlıyışıyla bugünkü dengeleri götürmek mümkün değildir.

Uyarmak vatan borcumdur.

Anlayan Beri Gelsin

Değerli dostlar,

 

Anadolu Ajansı az önce bir haber geçti. “İdlib’in en büyük ilçesi kuşatma altında. Esad güçleri Rusya’nın hava deseteği ile İdlib’in en büyük ilçesini kuşatma altına aldı!”

Biz Suriye’de büyük bir askerî harekât yapmadık mı? Yaptık. Amerika ve Rusya harekâtı büyük bir ustalıkla durdurdu. 48 saat süre, 72 saat süre verin dediler, Türk Ordusu’nun harekattını durdurdular. Yani bizi aldattılar. Şimdi olanlara ses çıkaramıyoruz. Üstelik de oralarda kuşatma altına giren şehirlerin halkları Türkiye’ye doğru sürülüyor.

Bu işten bir şey anlayan varsa beri gelsin gerekten. Ben bir şey anlamadım.

Ne buyurulmuştu. “Harp Hiledir!”

Siz hileleri önceden göreceksiniz veya hileye siz başvuracaksınız. Harbin altın kuralı budur. Bunu bilmezseniz işte sizi böyle dolandırırlar.

Uyarmak vatan borcumdur.

Uyanınız.

 

 

Bir Deist Dosta Uyarımdır

 

3 Kasım 1527

Molla Kaabız Olayı.

Değerli dostlar,

Malumunuz, son zamanlarda ülkemizde “Deizm” diye bir akım ortaya çıktı. Bu akımın temiz, pak dinimizin temel kaide ve kurallarına aykırı olduğu aşikârdır. Deizmin yakınımızda bulunan bir kısım dostlara da sirayet ederek onları etki altına alması bizi son derece müteessir etmektedir. Tabii ki böyle bir inancı kabul etmek kendi bilecekleri bir şeydir. Ancak, çok temiz dost ve arkadaşlarımın bulunduğu sayfamda “Deist” olduğunu anlatan dostuma cevap vermek en azından dini görevimdir.

Kendisini “ulaşılamaz, erişilemez, eleştirilemez, hatta La yüs’el” zannedenlere mutlaka her zaman bir cevabımız olacaktır. Büyük bir iftiharla “ben bir deistim, beni kimse eleştiremez” diyerek bütün eleştirilere sert çıkan (Ağabeyim dediğim dostum) hiç olmazsa benim sayfamda bu konuyu yazmamalıdır. En azından bizim inançlarımıza saygı duymalıdır. Toplumumuzu fesada vermemelidir. Kendi inancını kendisine saklamayı bilmelidir. Biz Müslümanlar o kadar da aptal değiliz. Bunu anlamalıdır. Aksi halde, kendi deyimiyle “sayfamdan silip atacağım”.

Tarihte zaman zaman İslam’a karşı bu tür saldırılar olmuştur. İnanç sistemimizin bütün bu saldırılar karşısında bozulmadan, tertemiz bir şekilde ayakta kalması en büyük tesellimizdir. Sonsuza kadar da onu hiçbir “Zındık” (Turan Dursun da Edip Yüksel de)! kirletemeyecektir.

Kanuni’nin deyimiyle “Bir MÜLHİD” bizim karşımıza geçip bu şekilde ulu orta saygısızlık etmemelidir. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Bilinmelidir ki hayatımızın anlamı da budur.

İşte size tarihimizden benzer bir olay!

Tarihten de anlaşılacağı gibi (3 Kasım 1527) dönem Kanunî Sultan Süleyman dönemidir. O tarihlerde Osmanlı Devleti’nin gücü bütün dünya devletlerinin gücünden dört kat daha fazladır. Ve Devlet ŞERİATLA idare edilmektedir.

Ayrıca Molla Kabız dinden çıktığı için idam edilmemiştir. O tarihlerde Osmanlı’da geniş fikir hürriyeti vardır.

Olay İstanbul’da geçmektedir.

Bu notlar dikkate alınarak yazının okunmasını önemli istirham ediyorum.

MOLLA KAABIZ OLAYI (3 Kasım 1527)

“(…) şehirde molla Kaabız adında ilmiye sınıfından aslen İranlı bir hocanın yıkıcı propagandası vardır. Molla Kaabız’ın maksadı açıkça anlaşılmış değildir. Muhakkak olan taraf, bu maksadın devletin yüksek menfaatlerine ve MİLETİN MANEVÎ BÜTÜNLÜĞÜNE zararlı olduğudur.

Kaabız, Kur’an ve Hadisi tahrif etmek suretiyle, Hazreti İsa’nın, Hazreti Peygamberden üstün olduğu fikrini ortaya atmış ve bu fikri her yerde propagandaya başlamıştır. Bilindiği gibi Hazreti İsa, İslam akidesine göre Hazreti Peygamberden önce gelen en büyük peygamberdir. Fakat son ve ekmel Tanrı elçisi olan Hazreti Peygambere üstünlüğü hiçbir şekilde bahis mevzuu değildir. Kaabız, bu fikrini aylarca propaganda etmiştir. İlmiye sınıfından gelen birçok şikayetlere Divan-ı Hümayun, ortada elle tutulur bir suç olmadığı, meselenin bir fikir davası olmaktan ileri gitmediği gerekçesiyle salahiyetsizlik beyan etmiştir. Bundan büsbütün cesaretlenen Kaabız, halkın fikrini karıştıracak şeyler söylemekte ileri gitmiştir. Bu sıralarda Türkiye’nin Katolik Avrupa ve Şii İran ile büyük çapta, cihanşümul bir mücadeleye giriştiği unutulmamalıdır. Gene bu sıralarda Avrupa’da Katolik itikadına aykırı herhangi bir hususun değil propagandası yapılmak, zihinden geçirildiği iddiası vi ithamıyla, binlerce kişi ateşe atılıyordu. İran imparatorluğunda da Sünnilere karşı baskı, ateşe atmak gibi şeyler olmakla beraber, çok ağırdı. Bu vaziyette Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu)2 Kasım 1527 günü Molla’yı maksadını açıklamak üzere davet etmiştir. Mesele o kadar dal budak sarmış durumdaydı ki, Kanunî Sultan Süleyman bile padişahların Divan toplantılarına katılamamaları dolayısıyla, Divan Salonunun üzerindeki kafesli pencereden celseyi dinlemiştir.

Molla, Hiçbir su işlemediğini, tamamen fikrî çerçeve içinde kaldığını iler sürmek suretiyle kendini savunmuştur. Divan (Hükümet) üyesi olan Rumeli Kazaskeri Fenarizade Muhyiddin ve Anadolu Kazaskeri Kaadiri Çelebiler, Molla’yı dinledikten sonra, “Katline hükmettik” demişler, ancak Molla’nın Hazreti İsa’nın üstünlüğüne dair ileri sürdüğü fikirlere mukabele etmekten kaçındıkları için vezirler ve Divan’a başkanlık eden İbrahim Paşa, bu idam hükmünü ekseriyetle reddetmişlerdir. Kaabız, çekilip evine gitmiştir. Kanunî, İbrahim Paşa’yı çağırmış ve “Bir mülhit Divanımıza gelir, hezeyana cür’et kılar ve mülzem olmaz, çıkar gider, buna bais nedir?” demiştir. İbrahim Paşa şöyle cevap vermiştir: “Nece edelim? Kazaskerlerimiz mesail-i şerîyyeye alim değiller ki melunu ilzam ve ıskat edeler!”

Bu durum, çok ilgiye değer. Çünkü bugün bile Kaabız’ınkine benzer bir iddianın bir Müslüman ülkesini nasıl karıştırabileceği düşünülebilir. Ortada belli bir suç, bir cürüm, bir ayaklanma olmaksızın, devletin takip ettiği siyasetin temellerini sarsacak derecede muzır bir iddianın bir fikir meselesi sayıldığı husus XVI. Asır Türkiye’sinde, sonraki devirlerde düşünülemeyecek derecede bir fikir hürriyeti bulunduğunu, aydın şekilde ortaya koyar. Nitekim devlet adamlarını, hatta padişahı ağır dille tenkit ve hicveden şairlerin -Nef’i hariç- hiçbir cezaya uğramadıklarını, çok ileri gidenlerin birkaç yıl İstanbul’dan sürüldüklerini hatırlamak da lazımdır.

Ancak Kaabız’ın Divan huzurun9dan bu şekilde salıverilmesi, son derece zararlı bir durum ortaya çıkarabilirdi. Bu adamın ortadan kaldırılması için de o zamanın kanun ve geleneğine göre fikrinin batıl ve zararlı olduğunu ispat etmekten başka çare yoktu. Divan, bu iş için devrin en büyük bilgini ve ilmiye sınıfının başı olan Kemal Paşazade Ahmet Şemsettin Efendi’yi görevlendirdi. Kemal Paşazade yeni şeyhülislam olmuştu.

Ertesi gün, 3 Kasım’da Molla Kaabız tekrar Divan’a çağrıldı ve Kemal Paşazade ile ilmî münakaşaya başladı. İstanbul kadısı Sadettin Çelebi de bu mesele için Divan’a çağrılmıştı. Kemal Paşazade, Hazreti İsa’nın üstünlüğü üzerinde Kaabız’ın ileri sürdüğü bütün iddiaları teker teker cevaplandırıp reddetti. Molla Kabız, Şeyhülislam’a cevap veremedi. Gene de Kemal Paşazade, iddialarını terk ettiği takdirde Molla’nın affı yoluna gidileceğini söyledi. Kaabız, iddiasından vazgeçmedi. Bunun üzerine Şeyhülislam, katline hükmetti. Molla idam edildi. Cezasız bırakılsaydı geniş ölçüde bir mesele çıkaracağı ve içtimaî huzuru bozacağı muhakkaktı. Orta Anadolu’daki isyan henüz bastırılmıştı.”  Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, Cilt 6, sayfa, 175-176

Ağız Tadıyla Mağdur Olamamak!

 

 

Değerli dostlar,

Fatih Altaylı’nın 12.05.2019 tarihli makalesinden aşağıdaki alıntıyı yaptım. İnanıyorum ki ilginizi çekecektir. Çünkü, Propagandanın gücünü bilenler, sosyal olayların geçmişini okuyanlar mutlaka bu sonuca varacaklardır. Sürekli büyük yalanlar söylerseniz kitleler size inanacaktır. Bugün elinde çok yüksek teknolojik imkanlar bulunan, çok sayıda televizyon, radyo ve basın organı bulunan kuvvetler sürekli aynı yalanı anlata anlata kitleleri inandırmaya çalışacaklardır. Bu işin geçmişi böyle. “İşin doğasında bu var!” 

Alıntıyı lütfen okuyup değerlendirin. Propagandaya inanmayın. Kendi görüşlerinizi çok yönlü okuyarak kendiniz değerlendirin.

 Fatih Altaylı’nın yazısından bir bölüm:

 AĞIZ TADIYLA MAĞDUR OLAMAMAK!

 

31 Mart Seçimleri’nde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sonuçlarının YSK tarafından iptalinin CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nu “Mağdur” durumuna düşüreceğini ve bunun Ekrem İmamoğlu’na olan sempatiyi arttırıp yaygınlaştıracağını yazdım seçimlerin hemen ardından.
Çünkü seçimlerin iptal ettirileceğinden zerre kuşkum yoktu. Diyeceksiniz ki, “Nasıl emindin. Medyum musun?”
Medyum olmadığım aşikâr.
Sadece demokrasilerin tarihini biliyorum.
İktidarların hangi el kitabını kullandığını görüyorum.
Kullanılan el kitabında hangi maddeye gelindiğini anlayabiliyorum.
Basit iş yani.
Ne medyum olmaya gerek var ne alim…
Mağduriyetin İmamoğlu’na yarayacağını bilmek için de kâhin olmaya gerek yok.
Tarihte hep böyle olmuş.
Bugünkü iktidardan daha iyi kimse bilemez bunu.
Ve 23 Haziran öncesi yeni stratejilerini de bunun üzerine kuruyorlar.
Çok açık biçimde.
Önümüzdeki 40 gün boyunca 31 Mart Seçimleri’nin mağdurunun AK Parti ve adayı Binali yıldırım olduğunu okuyacaksınız, dinleyeceksiniz.
CHP’nin seçimde hile yaptığını, bu yüzden de AK Parti’nin mağdur olduğunu o kadar çok duyacak, o kadar çok dinleyeceksiniz ki, sonunda inanacaksınız.
Hatta belki Ekrem İmamoğlu’nun bizzat kendisi bile “Ulan ben hilebaz adammışım” diyecek. 


Yahu YSK’ya kamu görevlisi listelerini veren CHP değil, YSK’da CHP’nin ağırlığı olsa seçim iptal kararı çıkmazdı. Bu tezgâhı CHP nasıl kursun” gibi zararlı düşüncelerin aklınıza girmesine bile mahal verilmeyecek.
Ekrem İmamoğlu ağız tadıyla bir mağdur bile olamayacak.
Abartıyor muyum?
Hadi var mısınız iddiasına.

 

Birilerine Kapak Olsun

 

Değerli dostlar, iki yıl önce okuduğum İRAN’DA SOLUYOR ÇİÇEKLER kitabından faydalanarak pasliikilit.com adresinde birkaç yazı kaleme almıştım. Geçmiş gitmiş zaman. Okundu mu, okundu da unutuldu mu bilemem.

Kitapta Humeyni’ni devrimi anlatılıyor. Humeyni’nin kitleler üzerindeki etkisi çok güzel anlatılmış. Aşağıya Humeyni ile kitlelerin bağını anlatan bir paragraf alıyorum. Humeyni’nin İran’da yaptığı devrim, dünya üzerinde yapılmış sıradan devrimlerden biridir. Bu unutulmamalıdır.
Kitapta anlatılanların size çok tanıdık geleceğini tahmin ediyorum. Mollalar ay-a bakıp ay-da Humeyni’nin yüzünü görüyorlarmış! Kitleleri bu kadar etkilemiş anlayacağınız. “Sen bizim ruhumuzsun Humeyni” diye bağırıyorlar.

Bu düşüncelerin size tanıdık geleceğini tahmin ediyorum.

Kitabın 91 ve 92. Sayfalarından kısa iki alıntı yaparak dikkatlerinize arz edeceğim.

“İslam Dini, Humeyni sayesinde

yeni bir güç kazanıyor.

Yeri ve göğü, bu ve öteki dünyayı, içinde bulunduğumuz anı ve sonsuzluğu birbirine yaklaştırıyor.

Ezilenler ve cahiller bu her şeyi kapsayan gücün merkezini oluşturuyor ve bu yolda kendi benliklerini buluyorlar.

Humeyni, bunların bilincini değil bilinçaltını, kafalarını değil ruhlarını harekete geçiriyor.

Elindeler artık, ruhlarını kaptırmışlar.

Akla gelebilecek her şeyi yapmaya hazırlar onun için.

“Sen bizim ruhumuzsun Humeyni diye bağıranlar. Onun için ölmeye, şehit düşmeye hazırlar.

Şah’ın ordusu ne yapsın bunlara karşı. Yürüyüşlerde göğüslerini açıp “Bize top tüfek işlemez!” diyerek makinelilerin üzerine yürüyen kitlelere karşı ne yapsın dünyanın bu en büyük ordusu?

Ölü sayısı arttıkça şehit düştükçe kuvvetleri de çoğalıyordu. Kan aktıkça ölümden korkuları azalıyordu.

  1. sayfada bir dostu ile diyaloğa girer yazar.

–      Kansız devrim, devrim sayılmaz mı? Ya devrim olursa ne olacak? Mollalar Bahtiyar’dan daha mı iyi? Daha mı çok özgürlük verecek bize?

  • Bu saçmalıklara sen de mi inanıyorsun, diyorum. Mollalar İran gibi bir ülkeyi yönetemezler. Hele yalnız başlarına hiç. Bir zaman sonra camilere ister istemez geri çekilecekler.
  • Pekiyi o zaman kim gelecek başa, diye soruyor arkadaşım beni kışkırtmaya çalışarak.
  • Halkımız, diyorum, hiç duraksamadan.

Sanki bana iki kere ikinin kaç ettiğini sormuş gibi güvenliyim yanıtımdan.

“Halkımız ve halkımızın seçtiği milletvekilleri

  • Dostum, beni güldürüyorsun, diyor arkadaşım. “Halk” dediğin kimdir? Sokaklarda avazı çıktığı kadar bağıran ve ay-da Humeyni’yi gören bu kitleler kimi seçerler? Hiç bunu düşündün mü?
  • Kitlelere hiç güvenmiyorsun, diyorum ama bir parti kodamanı gibi konuştuğumun da farkına varıyorum. Kendime güvenim biraz sarsılıyor.

Halen sapla samanı birbirine karıştıran, zihin kargaşasının içinden çıkamayan dostlarımın bu yazıyı dikkatle okumasını ve düşüncelerini bir daha gözden geçirmelerini rica ediyorum ve yaklaşan tehlikeye karşı bütün dostlarımı uyarıyorum.

Bu yazının içeriğini hiçbir kötü niyet taşımadan değerlendirecek dostlarıma şimdiden sonsuz saygılarımı sunuyorum.

Uyarmak vatan borcumdur.

Uyanınız.

13.05.2019

 

 

 

 

Hukuk Siyasetin Köpeği Mi?

Değerli dostlar, değerli Fahrettin Dağlı Hocanın seçimin iptali ile ilgili değerlendirmesini sizlerle paylaşıyorum.

Bir Müslüman olarak Ak Parti’nin bu uygulamasını haksızlık ve hukuksuzluk olarak görüyorum. Fahrettin Hocamın düşüncelerine aynen katılıyorum.

Aynı zarfa atılan üç pusula geçerli bir pusula geçerli değil anlayışı son derece yanlıştır. Bu anlayış hukuku, ahlakı ve devlet düzenini yerle bir eder.

Bu arada, bazı yakın ve çok değerli dostlarım seçimin iptalini büyük bir sevinçle karşıladılar. CHP’nin hırsızlık yaptığına inandılar. Tabii ki onların tercihidir ama bu konuda hakkaniyete iyi bakmak lazım. Karşıdaki aday kim olursa olsun eğer onu aday olarak devlet otoritesi kabul etmişse haklarını da devletin koruması lazımdı.

Özellikle Doğu Perinçek’in “Hukuk siyasetin köpeğidir!” sözüne itibar eden ve “Ben Müslümanım!” (Türküm demiyorsunuz) insanların vicdanlarını bir daha yoklamalarını rica ediyorum.

Yazıyı lütfen okuyup değerlendiriniz.

Bu vesile ile selam ve saygılarımı sunuyorum.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı
Fahrettin Dağli

SAHİ HUKUK SİYASETİN KÖPEĞİ Mİ?

Malum bundan bir süre önce bir TV söyleşinde iktidarın gayri hukuki politikalarını destekleyen Doğu Perinçek kendine yakışan ifadeyle, ‘hukuk siyasetin köpeğidir’ dedi.

Öyle mi?

Bunu öncelikle Ak Parti iktidarını Müslümanlık aşkı ile savunanlara soruyorum; Siz de bu kanaate iştirak ediyor musunuz?

Eğer böyle bir kanaatte iseniz, ‘dönün bu mevzudaki din anlayışınızı yeniden gözden geçirin’ derim.

Bir defa şunu unutmayın; hangi yasalarla iktidara gelmişseniz o yasalarla da iktidardan giderseniz.

Hukuk şuraya kadar işime yaradı; bütün olumsuzluklara ve anti demokratik koşullara rağmen bana iktidar yollarını açtı ve beni iktidara taşıdı. Bundan böyle ‘hukuk, demokrasi tanımıyorum’ derseniz ‘Müslümanlığınızı tepeden aşağı tekrar gözden geçirin’ derim. Çünkü bu ahlakı, bu ölçüyü İslam’la telif etme imkanı yok.

Bu dinin Peygamberi açık ve zımni tüm anlaşmalarına, sözleşmelerine sonuna kadar bağlı kalmış. Asla ilk bozan O olmamış.

Size ne oluyor ki, girdiğiniz ve tüm kurum ve kuruluşlarınızla denetlediğiniz bir seçimin sonucunu, ‘hile var’ diye iptali cihetine gidiyorsunuz?

Allah aşkına size sadece şunu sormuş olayım; ‘Eğer İstanbul seçimlerini Ak Parti almış olsaydı iptal edilir miydi?’

Asla!..

Bu inkarı kabil olmayan bir hakikat…

Eğer seçimlere hile yapıldığı iddianız binde bir ihtimalle doğru olsa bile bunun sorumluluğu size aittir.

Devletin kılcal damarlarına kadar hakim olmuş bir siyasi irade olarak bu sorumluluğu boynunuzda taşıyorsunuz.

Yazık ettiniz hukuka da, demokrasiye de, insanların size duyduğu güvene de…

CHP’ye hiçbir şey olmayacak? Kime ne olacak biliyor musunuz? Hiç aklediyor musunuz?

Söyleyeyim size; O iddiasında bulunduğunuz Müslümanlık büyük bir yara aldı. Müslüman’ın en mümeyyiz vasfı olan “Güvenirliği/eminliği” hançer yedi…

Hangi partinin, hangi kliğin kazandığı beni ilgilendirmiyor. İntisabında şeref duyduğum dinime olan dahliniz; kötü, çirkin örnekliğiniz beni yaralıyor, paralıyor.

Bir de utanmadan, sıkılmadan İslami ve millici çevrelerden geçen seçimlerde bir şekliyle CHP’ye oy veren bazı insanları tekfire varan suçlamalarda bulunuyorsunuz. Hiç şunu düşünebilme zahmetinde ve lütfünda bulunudunuz mu; Acaba hangi yanlışlarımız, hangi hukuksuzluklarımız; hangi gayri ahlaki davranışlarımız bu insanları CHP’ye oy vermeye icbar etti? Ha! Bir sordunuz mu kendi kendinize?

Bazen öyle bir anlayışa savruluyorum ki; keşke hiç iktidar yüzü görmeseydiniz, 28 Şubatta yaşadığınız mazlumiyeti yaşamaya devam etseydik. O dönemde memuriyetinde mazlumların hakkını savunmaktan dolayı soruşturma geçiren birisi olarak söylüyorum; Hiç olmazsa sıkıntı çekmiş olsam da onu bir şeref payesi olarak ahirete taşıyacağım. Ya siz müflis tüccarlar! Beraberinizde öte tarafa neyi taşıyacaksınız? Hukuksuzluğu, güvensizliği, riyakarlığı mı? Ne kötü bir akıbet!

Perinçek gibi karanlık bir aktörü haklı çıkardınız ya! Bravo size! Eğer ne hal üzere olduğunuzu görmek istiyorsanız, bugün bu kararlardan ve duruşunuzdan dolayı sizi destekleyen ve alkışlayanlara bir bakın! Göreceğiniz görüntü, başka bir şeyi ifade etmeye hacet duyurmayacak netliktedir. Bu kadar…

Düşmanını Bil Yenilmez Olursun!

 

 

Değerli dostlar,

“İttihat” dergisinin Ocak-Şubat 2019 sayısı elime geçtiğinde duyduğum sevinci sizlerle paylaşmıştım.

Derginin gerçekten muhtevası çok zengin. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum.

Dergide İttihat Terakki’nin yaptığı “Bab-ı Ali Baskını” ağırlıklı olarak ele alınmış. Tarihçi-Yazar İlyas Kara’nın kaleme aldığı “Kır Atlı Yarbay Babıali’yi Basıyor” başlıklı yazısı son derece ilginç.

Önce bu yazının içeriğini özet olarak paylaşmak istiyorum.

Yazara göre Bab-ı Ali baskınının sebebi Edirne’nin düşmandan kurtarılmasıdır. Şu tespitleri yapıyor:

“Osmanlı orduları Lüleburgaz Meydan Muharebesi’ni kaybetmiş, Bulgar orduları Çatalca kapılarına dayanmış, bunun üzerine Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti devrilmiş, hükümeti kurma görevi İngiliz Kâmil Paşa’ya verilmişti. Hükümetin Harbiye Nazırı ise herkesin korktuğu ve çekindiği Çerkez Nazım Paşa idi. Nazım Paşa ittihatçılar tarafından yüz bulamadığı için zamanla bu partiye tavır almaya, hatta örgüt mensupları hakkında kovuşturmalara bile katılmaya başlamıştı.”

“Babıali’de bunlar yaşanırken cepheden gelen haberler ise hiç de iyiye işaret değildi. Savaş Osmanlı için bir yenilgiden öte, bozgun ve facia olmuştu. Osmanlı orduları Rumeli’de erimiş, üstüne üstlük kolera da kara bir bulut gibi askerlerimizin üzerine çökmüştü.”

“Osmanlı Devleti’nin ateşkes isteğinin ardından taraflar büyük Avrupa devletlerinin önerisiyle Londra’da toplanmış fakat konferanstan bir sonuç çıkmamıştı. Osmanlı çaresizdi. Çizilecek Midye-Enez hattını ve Edirne’nin elden çıkışını kabul etmek üzereydi. İşte Kâmil paşa hükümeti 23 Ocak 1913 tarihinde toplanmış, konuyu görüşmeye hazırlanmıştı. Verilecek karar belliydi. Batı Trakya elden çıktığı gibi Edirne’nin de Bulgarlara verilmesi onaylanacaktı.”

Yazı çok uzun, tamamını paylaşmayacağım. Özet olarak şunu söyleyeyim, Kâmil Paşa Hükümeti Edirne’yi kurtarmak için hiçbir çaba sarf etmez. Edirne’ye “gitti” gözüyle bakar.

İşte Enver Paşa ve arkadaşları bunu kabul etmez.

Enver Paşa aynen şöyle der:

“Eğer Heyet-i vükela (Bakanlar Kurulu-Hükümet) Edirne’yi hiçbir çaba göstermeden bırakırsa, orduyu terk edeceğim. Açıktan açığa harp çağrısında bulunacağım.”

Özet olarak, Edirne’yi teslim etmeye hazırlanan Kâmil Paşa zorla istifa ettirilir, Mahmut Şevket Paşa sadarete getirilir. Edirne Bulgar ordusundan geri alınır.

Yazar, “Kâmil Paşa’dan “İngiliz Kâmil Paşa” diye bahsediyor.

İngiliz Kâmil Paşa hükümeti, Edirne’nin elimizden gitmesinde hiçbir sakınca görmüyor.

Değerli dostlar,

Osmanlının son dönemlerinde devlet üzerinde İngiltere’nin siyasi ve kültürel baskısı çok yüksektir. Özellikle “Şeriatın en büyük koruyucusu” (!) olarak İngiltere’yi gören Müslüman Türkler, İngiltere’nin her türlü tasarruf ve üstünlüğünü İslam’a hizmet olarak düşünmüş ve bu ülkeye karşı Müslüman Türklerin sempatisi çok yüksek olmuştur.

Dikkat ederseniz, İngiltere’nin mücadelesi hala devam ediyor ve ülkemizde hala bu tartışmalar sürüyor.

Birkaç gün önce paylaştığım, Boğaziçi Üniversitesi’ne konferansa çağrılan bir ajanın Mustafa Kemal ile ilgili söylediği sözler bizim çocuklarımız tarafından şiddetle alkışlanmıştı. İngiltere, İstiklal Savaşımız sırasında Kuvayı Milliye’yi durduramamıştı. Şeyhülislamdan ve bazı hocalardan idam fetvası aldığı halde Türk Milleti bu fetvalara itibar etmemiş, Türk bağımsızlık savaşı böylece kazanılmıştı. O zaman Kuvayı-ı Milliye’yi durduramayan İngiltere bugün hala intikamını almaya devam etmektedir. Hala dini propaganda yapmakta ve Mustafa Sabri ahfadı olan bazı İslami cemaat ve “Kulüpleri” hala büyük bir müttefik olarak elinde tutmayı başarmaktadır. Biliyorsunuz, Şeyhülislamlık da yapan Mustafa Sabri Efendi, İstanbul’da İNGİLİZ MUHİPLERİ Cemiyeti’ni kurmuştu. (İngilizleri Sevenler Cemiyeti).

Kabul etmek gerekir ki Çanakkale Savaşları’nı kazanamayan, ama Mondros Mütarekesi’nden sonra 55 parça gemiyle, müttefikleri ile beraber İstanbul’u işgal eden İngilizlerin ülkemiz üzerindeki mücadelesi ve etkisi hala devam etmektedir.

İnkılab Yayınevi tarafından 3. Baskısı yapılan bir kitaptan iki alıntı yaparak, dikkatlerinize sunmak istiyorum. Bu kitabı, araştırma yaptığım bir konuda faydalanırım diye almıştım. Yazarı araştırma yaptığım dönemde yaşamış olduğu için fikirleri benim için önemliydi. Nasıl hayal kırıklığına uğradığımı aşağıdaki alıntılardan anlayacaksınız. Bu anlayışın hala aramızdaki dini hassasiyeti yüksek çevre arasında devam etmesini ibretle izliyoruz. Bu Müslüman çevre hala sapla samanı birbirinden ayıramamaktadır. Çünkü İngiliz propagandası çok ağır basmaktadır.

Yazarı: Mehmed Selahattin Bey

Kitabın adı: İttihad ve Terakki’nin Kuruluşu ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı Hakkında Bildiklerim.

“Mehmed Selahaddin Bey 1870-1925 yılları arasında yaşamış, İstanbul’da, Sultan II. Mahmud’un üçüncü refikası Nevfidan Kadın’ın Kethüdası Raşid Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir” bilgisini de aktarayım.

Kitabın 35. Sayfasından, noktasına virgülüne hiç dokunmadan bir alıntı yapıyorum:

“MUAZZAM İNGİLTERE HÜKÜMETİNİN İSTANBUL BÜYÜKELÇİLİĞİNE TAYİN EDİLİP, MEŞRUTİYETİN BAŞINDA ŞEHRE GELEN ELÇİ SİR LAUTER HAKKINDA….”

 

  1. Sayfasından kısa bir alıntı yapıyorum:

“BÖYLECE TÜRKLERİN GERÇEK DOSTU VE KADİM MUHİBBİ OLAN YÜCE İNGİLTERE DEVLETİNİN NÜFUZ VE POLİTİKASININ OSMANLI MEMLEKETİNE GİRMEMESİ İÇİN GAYRET EDİLMESİNE…”

Kitabın yine 36. Sayfasında aynen şunları yazıyor:

“GEREK ALMANYA HÜKÜMETİ VE GEREKSE ADI GEÇEN CEMİYETLER BU UĞURDA YÜZBİNLERCİ LİRA HARCAMAKTAN ÇEKİNMEYEREK, İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN O DİNSİZ, İMANSIZ, VATANSIZ VE VİCDANSIZ ÜÇ BEŞ KİŞİDEN İBARET OLAN KURUCULARINI VE İLERİ GELENLERİNİ ÖNCEDEN HAZIRLADIKLARI PLAN GEREĞİ HAREKET ETTİRMEYE MUVAFFAK OLDUKLARI GİBİ MECLİS ÜYELERİNE VERDİKLERİ TALİMAT DAİRESİNDE, KAMİL PAŞA KABİNESİNE KANUNİ HAKKINI “KANUN-I ESASİ HÜKÜMLERİNİ  AYAKLAR ALTINDA BIRAKARAK” KULLANDIRMAYIP, ÜÇ GÜN SONRA VRECEĞİ İZAHATI BEKLEMEDEN MECLİS-İ MEBUSAN’DA GÜVEN OYU SAĞLANAMADIĞINI İLAN ETTİRDİLER. DİĞER TARAFTAN SULTAN ABDÜLHAMİD HANI TAZYİK EDEREK, KAMİL PAŞA’DAN MÜHR-İ HUMAYUNU ALIP AZLE MECBUR ETMİŞLER, BU SEBEPLE KANUN-I ESASİYE İLK DARBEYİ KENDİLERİ VURMUŞLARDIR”

Bu yazının başlangıç kısmanda Enver Paşa’nın Edirne’yi kurtarmak için Kâmil Paşa’yı istifa ettirdiğini aktarmıştım. Bakınız bu konuyu Mehmed Selahaddin Bey nasıl izah ediyor. Aradaki düşünce, anlam ve hedef farkını sizlerin yorumunuza bırakıyorum. Bir tarafta vatan toprağı Edirne’nin geri alınması mücadelesi, diğer tarafta “vatansız, dinsiz, imansız ve vicdansız İttihatçılar” suçlaması! İttihatçıları savunmuyorum. Hükmü elbette tarih verecektir. Ama sizlerin yorumlarınız da bizi mutlu edecektir. Çünkü bu konu tarihimizin karanlık bir konusudur. Bugün de aynı mücadeleler, sizlerin de şahit olduğunuz gibi, devam etmektedir.

Değerli dostlar, o zaman da şimdi de İngiltere’nin Müslüman Türkler üzerindeki etkisini görüyorsunuz. Şu anda hala aramızda, İslami camiayı çok iyi kullanan İngiltere’ye karşı muhabbet besleyen, yeni İNGİLİZ MUHİPLERİ CEMİYETLERİ kuracak birçok Müslüman kardeşimiz bulunmaktadır. Şeyh Nazım Kıbrisî’nin nasıl bir İngiliz ajanı olduğunu biliyorsunuz. İngiltere’nin her zaman yeni ajanlarla Türk Milleti’ni kontrol altında tutmaya devam edeceği açıktır.

Peki bu konuda biz ne yapıyoruz? Devletimiz ne yapıyor? Hala İngiliz ajanlarını getirip üniversitelerimizde konferanslar verdirmeye devam ediyoruz.

Boğaziçi Üniversitesi’ne bir ajanı çağırıp konferans vermesini sağlayan üniversitedeki İslami Kulüp üyeleri, yüz yıldır hala kuyruk acısı dinmemiş olan bu ajanın, konuşmasında Kuvayı Milliye komutanına “Şeytanın dostu” diyerek hakaret etmesi ve bizim çocuklarımızın bunu alkışlaması son derece manidardır.

Düşmanımızın bize hangi sıfatla, hangi bahanelerle yaklaştığını çok iyi bilmeliyiz. Bir Çin atasözünü hatırlatmak fayda görüyorum.

DÜŞMANINI BİL, YENİLMEZ OLURSUN!”

Değerli dostlar, demek ki düşmanımızın kim olduğunu hala bilmiyoruz! Bu topraklarda bin yıldan beri savaştığımız düşmanlarımızı hala tanıyamamışız.

Türk Milleti, üç yüz yıllık mağlubiyetlerini galibiyete çevirmek için çok okumalı, çok düşünmeli, çok çalışmalı, çok üretmelidir. Türk Milleti yatağına girip yatmamalıdır. Başka yol yoktur.

 

 

Uyarmak vatan borcumdur.

 

Uyanınız.

 

02.05.2019