Üzgünüm
Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!
Oku, şayet sana bir hisli yürek lazımsa,
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.
Mehmet Akif Ersoy
Artık herkes kabul ediyor ki, ülkemizde meçhule doğru muazzam bir dönüşüm hareketi vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mevcut yönetim tarafından başka bir âleme doğru yola çıkarılmıştır. Tarihin karanlık tünelinden geçiş süreci bütün hızıyla devam etmektedir.
Uzun zamandan beri yazdığım “Uyarmak Vatan Borcumdur” başlıklı yazılarımda bu dönüşümü anlatmaya çalışıyordum. Bu yazılarımda, özellikle Türk milletinin çocuklarının bu dönüşümde vebal almamasını, çünkü bu dönüşümü Türk milletinin bizzat kendisinin istemediğini yazmıştım. En önemlisi, gerçeklerin Türk milletinden gizlendiğini anlatmaya çalışmıştım.
Gelinen noktada, sevinçle görüyorum ki, Türk aydınında bir uyanış başlamıştır. Bir kısım akademisyen bu kötü gidişe dur demek için harekete geçmiştir. Şükürler olsun.
Yapılan parti mitinglerinde, toplantılarda, yürüyüşlerde, protestolarda dile getirilen konuların, ülkemizin gerçekten uçurumun kenarına getirildiği dile getirilmektedir. Bu durum bizim için bir ümit kaynağıdır.
Ancak, acaba atı alan Üsküdar’ı geçmiş midir? Bilmiyorum.
Son zamanlarda ülkemizde yaşanan üç olay beni büyük bir ümitsizliğe düşürmüştür.
Birincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı ve 8 Mart 2013 günü gazete sayfalarına yansıyan “çalıştay”dır. Özellikle bu çalıştay, alınan kararların içerdiği stratejik hedefin kimlerin hedefi olduğunu düşününce, beni büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır.
Çalıştayda alınan, milliyetçilik törpülenmelidir, Kürt dili yaygınlaştırılmalıdır, Kürtçe vaazlar verilmelidir vs. gibi kararları, Kürtlerin ülkemizde yaptığı savaşın sonucu olarak kabul edildiğini bir noktaya kadar anlamak mümkün.
Ama bir madde var ki çalıştayda, bu çok tehlikelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri, bir strateji kurumu olarak, bir kurmay düşünce kurumu olarak, devletin birlik ve bütünlüğünü sağlamak için Türk milletinin gözbebeği bir kurum olarak, bu hatayı yapmamalıydı. Çalıştayda alınan bu karar milletimizin moralini çökerten, Türk Silahlı Kuvvetlerine güveni azaltan bir karardır.
Karar şudur: “Eski yer adlarına hızla dönülmelidir”.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, 8 Mart 2013 günü gazete sayfalarına bile yansıyan çalıştayında aldığı bir kararlardan biridir bu.
Bu ne demektir?
Yer adlarının, bir milletin kendi dilinde olması, o yerlerin o millete ait olduğunun en büyük kanıtıdır. Sultan Alparslan’ın hocasının Alparslan’a yaptığı bir tembihi hep anlatırım. “Oğlum, büyüyeceksin, Sultan olacaksın, topraklar alacaksın. Aldığın toprağın adını hemen değiştir. Adını değiştirmediğin toprak senin sayılmaz!”.
Ülkemiz, bulunduğu konum insanlık tarihi boyunca medeniyetlerin beşiği olan, bu sebeple sık sık el değiştiren bir coğrafyadadır. 41 bin tane yer adının tartışmalı olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Türkler, gelmiş, milyonlarca şehit vermiş, bu toprakları almış ve yer adlarınıı değiştirmiş. Bu toprakların tapusunun kendisine ait olduğunu iyice tescillemiş.
Ancak, şimdilerde bir çözülme dönemine yeniden girildiği için, eski Rum, Ermeni ve Kürt yer adları yeniden geri verilmeye çalışılmaktadır. 1960 İhtilalı’ndan sonra değiştirilen yer adları, şimdi yeniden eski haline getirilmeye çalışılıyor. 2002 yılına kadar buna müsaade etmeyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkilileri, 2002 yılından sonra başlayan “karşı akım” sayesinde yeniden eski isimlerin kabul edilmesi yönünde çaba göstermektedir. (Bu hususta TESEV sitesinde yayınlanan Hayali Coğrafyalar ve Yer adları-Sevan Nişanyan adlı kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.)
Şimdi, karşı akımı temsil eden siyasi erk ve tabii ki bu siyasi erkin kontrolünde olan Türk Silahlı Kuvvetleri, eski yer adlarının geri verilmesi yönünde irade ortaya koymaktadırlar. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çözülme sürecine girdiğinin en önemli bir göstergesi olarak karşımızda durmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin böyle bir hataya düşmesi, gerçekten Türk milletinde büyük bir ümitsizlik meydana getirmiştir.
İkincisi, elbette ki 21 Mart’ta Diyarbakır’da yaşanan Nevruz kutlamalarına kazandırılan anlamdır. Oradaki Kürt duruşu beni dehşete düşürmüştür. Öyle ki, 75 yaşındaki kayınvalidem bile bu durumu devlet için büyük bir yüz karası olarak nitelendirmiştir. “Çok ayıp bir şey!” diyebilmiştir sadece.
Üçüncüsü, yine bu çözülmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan vahim bir durumdur.
Olay şudur:
Cübbeli Ahmet Hoca (Ahmet Enünlü), daha önceleri “Diyalog” konusunda son derece hassastı. Ve bu diyalog konusunun İslam’ı fesada sürükleyeceğini, diyalogculara dikkat edilmesi gerektiğini anlatıyordu. Dua ediyordum. Çok doğru söylüyordu.
Ancak, bir gün nasıl olduysa Cübbeli Ahmet Hoca tutuklandı. Hapse atıldı. Yaklaşık bir yıl yattı ve tahliye edildi.
Tahliye edilince, yayın yapmadığını gördüğü “Arifan” dergisinin bu durumuna üzüldü. Demek ki eline büyük bir imkan geçti, Arifan dergisinin ismini Lalegül olarak değiştirerek yayın hayatına soktu! Bu durumu da “Arifan dergisinin basılmaması üzerine” adlı bir yazısında izah etti.
Elimde Lalegül dergisinin Mart 2013 ‘te yayınlanan 1. (birinci) sayısı var.
Ve bu sayıda Şamil Şeyhoğlu imzasıyla yayınlanan bir yazı var. “Mehmet Akif’in Öbür Yüzü”.
İstiklal Marşı’nın yazarı, Çanakkale Şehitleri’nin yazarı merhum Mehmet Akif Ersoy’un bazı şiirlerinden örnekler verilerek, Akif’in Müslümanlara örnek bir Müslüman olarak sunulamayacağını yazmaktadır yazar.
Şöyle buyuruyor sayın araştırmacı:
“Değerli okuyucular! Mehmet Akif’in dindar olup olmadığı ve ne kadar dindar olduğu şimdi bizim meselemiz değil. Çünkü o artık Allah c.c. huzurunda gitti. Öbür taraftaki hali ise meçhulümüz. Yukarıdaki mısralardan dolayı tevbe etmiş midir? Etmemişse hesabını Allah’a c.c. verebilmiş midir, bilmiyoruz.
Fakat üzerinde durulması icap eden nokta, Akif’in, 1400 yıllık İslami birikimi kökten sarsıcı ve Müslümanlıkla asla bağdaşmayan şiirleri ortada dururken, günümüzde onun dindarlara örnek bir Müslüman olarak sunulmasıdır. Oysa Akif’in yukarıdaki mısraları Müslümanların imanını ifsad etmeye yeter.”
1966 yılı baskısı olan Safahat’tan ilgili şiirleri okudum. Merhum Mehmet Akif Ersoy’un içinde bulunduğu, tabii ki ülkemizin içinde bulunduğu bu dehşet tablosunu karşısında Akif gibi bir şairin duygu dünyasına hayali bile erişemeyecek olan bu derginin yazarının, bu hezeyanları nasıl arka arkaya dizdiğini merak ediyorum. Sadece eleştirdiği şiirlerin tamamını bile okumuş olsaydı bu eleştiriyi yapamazdı!
Korkma! Diye başlamıştı. “Korkma” düşüncesinin “La tehzen İnnellahe meana” dan kaynaklandığını acaba öğrenmemiş mi sayın yazar! (Mağarada Hz. Ebubekir’e Peygamber efendimiz; Korkma, Allah bizimledir, demişti.)
Tabii ki maksat bağcıyı dövmektir!
Mehmet Akif gibi büyük vatan şairinin, “Şu ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli” diyebilen bir şairin hakkında bu düşüncelerin yazıya dökülmesi, Müslüman Türk okuyucusuna ulaştırılması beni gerçekten dehşete düşürmüştür.
Bu demektir ki, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” diyen Mehmet Akif Ersoy’u milletimizin zihninde mahkûm etmek isteyen mihraklar var. Ve bu mihraklar derginin sahiplerini bir şekilde “te’dip” ederek bu yazıyı yazmaya mecbur etmişlerdir.
“Ya İlahi bize tevfikıni gönder! Amin!
Doğru yol hangisidir, millete göster! Amin!
Ruh-u İslam’ı şedaid sıkıyor, öldürecek,
Zulmü te’dip ise maksud-u mehibin, gerçek.
Nare yansın mı beraber bu kadar mazlumun
Bîgünahız çoğumuz, yakma İlahi! Amin! Safahat, 1966, Sayfa 187
Tabii ki, bu yazı, çok zorlama bir yazı. Birilerinin talimatıyla yazıldığı açıkça belli oluyor. Yazar not olarak yazısının en sonuna şu notu düşmüş:
“Not: Bu makaledeki bilgililerin bir kısmını gönderen, ismini bilmediğim kardeşimize teşekkürlerimi arz ediyorum.”
Ya Rabb! Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı!
Türk milletinin düşmanlarının basın ve yayın hayatına nasıl tesir ettikleri, basın hayatımızı nasıl “mütareke basını” günlerine çevirdiklerini gördükçe dehşete düşmemek mümkün olmuyor.
Bütün vatanseverleri, ülkemizin içinde bulunduğu şartların 1918 ‘den daha zorlu olduğunu düşünmeye ve uyanmaya çağırıyorum.
Bütün vatanseverler uyanınız.
Uyarmak vatan borcumdur.
27 Mart 2013
0 Yorumlar.