Author Archives: Mikdat Topcu - Page 6

“Millet-i Osmanî”

İnsanın beynini çatlatan birçok mesele gibi andımız meselesi yine gündemde. “Andımızın okunmasını asla kabul etmiyoruz” diyorlar. Diyenler kim? Niçin andımızın okunmasını kabul etmiyorlar?

İnanıyorum ki devleti idare edenlerin kafaları şu anda yine karışık! Bu tür dayatmaları bunlara kimin yaptığını şu anda tahmin etmek zor değil! Normal bir Türk insanının aklı bu yasağı almaz. Öyle ya! Burası Türk yurdu! Türk yurdunda “Andımız” gibi bir metnin okullarda çocuklara okutulması gayet normal! Ama hayır! Olmuyor, yasaklanıyor. Türk yurdunda Türklerin andı Türk çocuklarına yasaklanıyor. Bir kısım ne idüğü belirsiz kişi ve kurumlar buna karşı! FETÖ karşı, PKK karşı, HDP karşı. Peki de Türkiye’yi idare edenlere ne oluyor? Bunu anlamak çok zor! Ama görüyorum ki, andımızın okunmasını istemeyen idareciler bu gücü yazık ki Türk halkından almaktadır. İşte sorun da buradadır. Başınıza bela geldiğinde ne demek istediğimi anlarsınız değerli dostlar. Allah göstermesin.

Rumeli’nin nasıl kaybedildiğini biliyorsunuz.

Bakınız; 1900’ lü yıllarda Osmanlı devletinin bütün tebaası kendisini “Millet-i Osmanî” olarak kabul ediyordu. Devletin asıl omurgası olan Türklerin Bulgarlardan, Sırplardan, Rumlardan, Ulahlardan hiç farkı yoktu. Hele Arnavutlar! Arnavutlar zaten devletin önemli idarî kademelerinde memur bile oluyorlardı.

Ama bir gün geldi. Bu milletlerin hepsi “Buraya kadar” dedi. Hepsi milliyetçilik sevdasına düştüler. Arkalarında bu gün de olduğu gibi yine yabancı devletlerin desteği vardı. Bu milletlerin hepsi ayrı ayrı kendilerine bir milli devlet kurmak istiyorlardı. Bunun için dağa çıktılar. Devlete isyan ettiler.

Ne mi oldu? Bu saydığım milletler dağa çıkınca Türkler oldukları yerde kaldılar. Kendilerinin kim olduklarını bilmiyorlardı. Türk’ün ne olduğunu bilmiyorlardı. Onlar “Millet-i Osmanî” idi. Böyle olunca ne yapacaklarını da şaşırdılar. İsyancıların arkasında dış güçler vardı. Müthiş baskı yapıyorlardı. Rumeli’deki 3. Ordu’nun subayları (Enver Bey dahil) bu isyanlar karşısında bunalan payitahtın acizliğine çok içerliyorlardı. Mesela; bir Rus konsolosunun öldürülmesi olayı karşısında veya Reval Mülakatı karşısında devletin aciz duruma düşmesini kabul edemiyorlardı. Bu sebeple bir kısım subaylar da dağa çıkmışlar, devlete isyan etmişler ve II. Meşrutiyet’in ilanını sağlamışlardı. Bu subaylar, II. Meşrutiyet’in ilanı ile hürriyetin elde edilebileceği, devletin dış baskılardan ancak böyle kurtulabileceğine inanıyorlardı.

Devletimiz bu gün de aynı yabancı baskısı ile karşı karşıyadır.

Daha önce de yazmıştım.

Ergenekon tertibi,

Açılım süreci,

Alfabemize üç yabancı harfin eklenmesi,

Yer adlarının değiştirilmek istenmesi,

Zinanın kaldırılması,

Domuzun kesimlik hayvan olarak kabul edilmesi gibi birçok olay dış güçlerin isteği ile kabul edilmiştir. Devleti idare edenler bu konularda dış güçlerin isteklerini yerine getirmişlerdir. II. Abdülhamit de dış güçlerin isteklerine boyun eğmişti. Milletimizin birlik ve beraberliğini simgeleyen en güzel ritüellerden biri olan “Andımız” ın kaldırılmak istenmesi, tıpkı II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi, yönetimin yabancı baskılara dayanamamasından, yani açıkçası ülkemizin güçsüz olmasından ileri gelmektedir. Yoksa 2009 yılında andımızın okunmasını savunan AK Parti bu gün neden reddetsin?

ABD’li ajan rahip Brunson konusu, Halk Bankası konusu, Rıza Zerrab olayı da devletimize baskı yapmak için kullanılmaktadır. Ülkemiz, bu baskılar karşısında bunalmıştır. Ekonomik konular, eğitim konuları, terör konuları devletimizi idare edenleri şaşırtmaktadır. Bu sebeple “Biz ne mutlu Türk’üm diyene dersek Kürt kardeşlerimiz de ne mutlu Kürt’üm diyene der” diyerek büyük hataya düşmektedirler. Her yerden “Türk” kelimesinin kaldırılması, “Türk diye bir ırk yoktur” denmesi, “AK Parti sayesinde hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” denmesi bu şaşkınlığın (veya ihanetin) sonucudur. Devletimizi idare edenler bu hezeyanları savunmakla büyük hata yapmaktadırlar.

İnanır mısınız, 500 yıldır birlikte yaşamış oldukları Balkanlardaki milletler milliyetçilik sevdasına düşüp ayaklanınca Türkler resmen ortada kalmışlardır. Türkler kim olduklarını, ne yapacaklarını bilemediler. 3. Ordunun subayları Türklerde bu ezikliği, yalnızlığı, garipliği, Türk’ün boynu büküklüğünü görüp isyan etmişlerdi.  Osmanlıyı meydana getiren halk Millet-i Osmanî idi. Millet-i Osmanî derken Türklerin, Bulgarların, Sırpların vs. nin de içinde bulunduğu bütün Osmanlı toplumu anlaşılıyordu. Millet-i Osmaniye bütün Osmanlı milleti idi. Yani bugünkü iktidarın “Ümmet” dediği karışık milletlerin meydana getirdiği bir toplum idi Millet-i Osmaniye.

Bulgarlar, Sırplar, Rumlar vs. de o zaman Millet-i Osmaniye’nin tebaası idi. Türkler nasıl tebaa ise onlar da aynı idi. Onlar milliyetçilik sevdasına düştüklerinde ben Bulgar’ım, ben Rum’um, ben Sırp’ım diyorlardı. Türk, ben neyim diyecekti, belli değildi. Haliyle Millet-i Osmaniyim diyecekti.

Devleti meydana getiren bütün yabancı unsurlar bu şekilde isyan ederek dağa çıkınca Türkler ortada kaldılar. Gerçekten kim olduklarını bilmiyorlardı. Bu koca imparatorluk hangi milletindi? Türkler kendi vatanlarına hakim miydi? Bu Millet-i Osmanî kimdi, neydi?

Evet, Osmanlı devletini idare edenler aldanmıştı. Vehme kapılmışlardı! Tebaamız olan Ermenilerle kıran kırana savaşıyorduk. Rumeli’de olduğu gibi Anadolu’da da dağlar taşlar eşkıya kaynıyordu.

Devletin birlik ve düzenini sağlamak için “Din kardeşliği” yetmiyordu. Arnavutlar Müslümandı, Yemen halkı Müslümandı. Ama devletimiz onlarla da boğaz boğaza idi. Yemende Araplar Türk tümenlerini kırıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman Arapların devletimize ihaneti gerçek değil miydi?

Demek ki bu “Millet-i Osmanî” yaklaşımı yanlıştı. Tıpkı bugünkü “Ümmet” fikrinin yanlış olduğu gibi! Bu unutulmamalıdır.

Millet-i Osmanî “millet” anlamına gelmiyordu. Vatanî Osmanî de “vatan” demek değildi.

500 yıl aynı ülkenin tebaası olan milletlerle Türklerin arasında fark vardı. Balkanlar’da devlete karşı isyan eden bu milletlerle Türkler arasında büyük anlayış farkı vardı. Onların önderleri millî kimliklerini anlamışlar, tespit etmişlerdi. Millî kimlikleri uğrunda, yeniden millî devlet olma uğrunda savaşıyorlardı. Onlar “milliyetçi” idiler. Ama bizim milletimizin ruhunda milliyetçilik yoktu. Çünkü hangi milletten olduklarını bilmiyorlardı. Onlar sadece Millet-i Osmanî idi. Yani sadece Osmanlıydı. “Türk” nedir gerçekten bilmiyorlardı. Hâlbuki çağ değişmişti. Artık Osmanlılık para etmiyordu! Aslında bu durum bütün dünyada böyle idi. Artık imparatorluklar çağı sona ermişti. Devir artık “Milli Devletler” devri idi.
Şu anda yapılan hata:

Ülkemizde yeniden “imparatorluk” çağına dönülmeye çalışılmaktadır. “Milli Devlet” anlayışından vazgeçilmektedir. Bu sebeple “Ümmet” fikrine yani “Millet-i Osmanî” fikrine yeniden sarılmaya başlayan bir anlayış vardır. Türkiye’ye gelmesine müsaade edilen bunca yabancı nüfusun asıl hedefi yeniden bir “Millet-i Osmanî” yaratmaktır. Bunun büyük bir hata olduğunu koca Osmanlı Devleti’ni kaybederek anlamış olmalıydık.

Acaba devletimizi idare edenler aldandıklarını ne zaman fark edecekler. Yine kandırıldıklarının farkında değiller mi?

Andımızın okutulmasına engel olmanın tek sebebi “Milli Devlet” anlayışını reddetmektir. “Yeni Türkiye” derken yapılmak istenen budur. Yeni Türkiye eşittir “Ümmet-Millet-i Osmanî” anlayışına dayalı yeni bir imparatorluktur. Bu çok büyük hatadır. Büyük bir ihanettir. Bu anlayıştan tez elden dönülmelidir. 1900’lü yılların başında tebaamız olan bütün milletler kendi millî devletlerini kurmuşlardır. Ve o yıllardan itibaren bütün dünyada imparatorluklar çağı sona ermiştir. Bizdeki anlayışın nereden kaynaklandığını anlamak, neye güvendiklerini anlamak mümkün değildir.

Millet-i Osmanî-Ümmet anlayışına dayalı yeni bir devlet kurmak, bu strateji ile devleti ayakta tutmak mümkün değildir.

Bu sebeple Türk Milleti’nin çocuklarına andımız mutlaka okutulmalı, millet olduğumuz fikri unutturulmamalıdır. Bu düşünce bir “ırkçılık” meselesi ile asla ilgisi olmayan bir konudur. Millî Devlet anlayışına karşı olanlar andımızın okutulmasını engellemek için “ırkçılık” suçlamasını araç olarak kullanmaktadırlar.

Andımız mutlaka okutulmalıdır.

“Ne mutlu Türk’üm diyene” diyen nesillerin yetiştirilmesine devam edilmelidir. II. Abdülhamit’in düştüğü hataya düşülmemelidir. Türk Milleti’ne bu kötülük yapılmamalıdır. Yazık ki konuyu detaylı olarak bilmeyen Türk çocukları da farkında olmadan andımızın okutulmasına karşı çıkmaktadırlar.

Çok üzgünüm.

Yaşasın Millî Devlet!

Amerikalı Rahip Olayının Düşündürdükleri!

Değerli dostlar,

Biliyorum ki hepiniz üzgün ve endişelisiniz.

Trabzon’da ikamet eden bir değerli dost bu rahibin tahliye olayı ile ilgili olarak bakın ne yazmış:

“AK Parti, mütekabiliyet prensibini işletmeden rahibi serbest bırakmakla Türk siyasetine veda etmiştir. Çünkü mütekabiliyet prensibi birini verirken birini almayı gerektirir. AK Parti artık resmen intihar etmiştir. Ben de Türk siyasetine seçmen olarak veda ediyorum. İktidar adayı yeni bir parti kurulmadığı sürece oy verilecek bir parti kalmamıştır.”
(Nurettin Dursun Ağabey, baştan beri desteğini partiden esirgememişti. Şimdi ise kendi onur ve prensibine uygun bir şekilde düşüncelerini yukarıdaki şekilde açıklamıştır. Kendisine teşekkür ediyorum.)

Gerçekte Türk Milleti’nin AK Parti’yi desteklemesinin sebebi; “Belki gerçekten bu parti ile Türkiye’nin kaderi değişir!” düşüncesi idi. Bu sebeple sınırsız destek verildi. Şu anki cumhurbaşkanı, bir adım daha ileri gidilerek “Başkan” yapıldı. Milletin bu partiyi, bu insanları tercih sebebi hep bir umutla olmuştur.

Tabii gerçekler başka idi. Her şeye rağmen hatalı gidişi gören, bu gidişe dur diyen, 16 yıldır feryat-figan edenler vardı. “Durun, dinleyin! Durum bildiğiniz gibi değil. Uçuruma doğru gidiyoruz, yapmayın!” diyenler vardı. (Bunlardan biri de bendim.)

Ama kimse bu feryatlara kulak asmadı.

Gerçekten 16 yıldır ülkeyi idare edenler büyük hatalar yaptılar.

Ergenekon meselesi, Açılım meselesi, Andımızın, Türk kelimesinin kaldırılma meselesi, Türk alfabesine üç yabancı harfin sokulması meselesi ve daha birçok hayati meselede bu parti büyük hatalar yaptı. Yer adlarının değişmesini isteyen bir Ermeni (Sevan Nişanyan) hapiste iken ülkemizden kaçıp gitti. Yunanistan’a gitti. “Eyyy Yunanistan Sevan Nişanyan’ı bize iade et!” diyen kimse çıkmadı. Sevan Nişanyan gidiş o gidiş!

FETÖ adlı örgütü besleyen, büyüten, canavarlaştıran yine bu ülkeyi idare edenlerdi. Bu hatalar göz göre göre yapılıyordu. Ve biz bunları seyrederken eriyorduk. “İç savaşa gidiyoruz”, “Uyarmak Vatan Borcumdur” diye bağırıyorduk.

Olmadı…

Ve gerçekten de başımıza büyük bir felaket geldi.

Bu felaketten hala ders alınmadığını görmek bizi daha da derin endişelere sevk etmektedir. Suriye konusunda, ekonomik konularda, eğitim konusunda büyük hatalara imza atılmaktadır.

Sonunda Mc Kinsey adlı bir Amerikalı denetim firması ile anlaşma yaptılar. Kime sormuşlardı, bunları kim denetleyecekti belli değildi. Akit Gazetesi Nurettin Veren bile isyan etti. “Burası Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çiftliği değil” dedi. Abdurrahman Dilipak “Cehenneme kadar yolunuz var!” diye isyan etti.

Neyse ki o hatadan dönüldü. Bilmiyorum, herhalde dönüldü!

Şimdi de açıkça Amerikalı rahip “hukuk sistemi” içinde beraat ettirilip, salıverildi. Bu çok, ama çok onur kırıcı, çok üzücü bir olay! Dünyadaki hangi ülkeyi en zayıf olarak biliyorsunuz, o ülkede bile belki hukuk bu kadar ayaklar altına alınmazdı. Devlet onuru, millet onuru bu kadar ayaklar altına alınmazdı.

Bu, ülkemizin ne kadar zayıf bir durumda olduğunu gösterir.

Size II. Abdülhamit’in Makedonya’da başına gelen bir olayı kısaca özetlemek istiyorum.

Biliyorsunuz, tarihçiler; 19. Yüzyıl için Osmanlı’nın en uzun yüzyılı derler. 1900’lü yıllarda gerçekten çok büyük felaketlerle karşı karşıya kaldı Osmanlı Devleti. Ve bu felaketleri bir türlü aşamadı. Çünkü devleti idare edecek gerçek devlet adamlarının nesli kesilmişti. Yani “Kaht-ı Rical-Devlet adamı yokluğu” söz konusu idi.

Balkanlarda Bulgarlar, Sırplar, Rumlar, Ulahlar isyan etmişler, devlete başkaldırmışlar! Tıpkı PKK gibi bir terör örgütü Osmanlı’yı (tabir yerinde ise) çalıp döndürüyordu. Osmanlı jandarması dağlara çıkmış VMRO örgütü eşkıyalarını öldürüyor öldürüyor, bitiremiyordu. Ve biliyorsunuz ki bir gün bu terör Osmanlı’nın başını yemişti. Önce Balkan Savaşlarına sürüklenen devlet daha sonra Birinci Dünya Savaşı’nı girmiş ve yenilmişti. Ve koca Osmanlı Devleti dağılmıştı.

O yıllarda bugünkü Rahip Brunson olayına benzer bir olay meydana gelmişti.

Olay şuydu:

Rusya Makedonya’da bulunan Mitroviçe kasabasına bir konsolos tayin eder. Rostkovkiy. Rostkovkiy gözü kara bir adamdır. Eline kamçıyı alır, sokaklara çıkar, sokakta rastladığı resmi kıyafetli Türk askerlerini (Bana neden selam durmuyorsunuz!) diyerek kamçı ile döver.

Bu olay Mitroviçe kasabasında bulunan Nüzhetiye Karakolu önünde nöbet bekleyen bir askeri dövmesi ile sona erer. Çünkü Halim adlı Arnavut asıllı asker, kendisini kamçı ile döven konsolosu öldürür. Konsolos ölür ölmez Rusya donanmasını Osmanlı üzerine gönderir. Osmanlı yönetimi telaşa kapılır. Ve hemen Makedonya’da Örfi İdare Mahkemesi kurulur.

Mahkemeye Enver Paşa da girer. İstanbul’a sorarlar “Konsolosu öldüren bu askerler hakkında nasıl bir karar verelim?” Mahkemede yargılanan iki asker vardır. Biri konsolosu öldürür, diğeri ona neden mani olmadı diye yargılanır.

Tabii ki Payitahtın cevabı “İkisine de idam cezası verin!” olur. Ve mahkemeden bu iki asker için idam kararı çıkar. Osmanlı Devleti Rus baskısından korkar ve iki askerini haksız bir şekilde idam eder.

Buna şahit olan Enver Paşa; bu iş böyle yürümez der ve ordudan ayrılır. Üniformalarını atar, dağa çıkar. Neden dağa çıkar: Osmanlı Devleti’ni idare edenler bu işi beceremiyorlar. Arkadaşları ile beraber bu yönetimin mutlaka değişmesi lazım, derler. II. Meşrutiyet’in ilanı için II. Abdülhamit’e baskı yaparlar. Neticede Abdülhamit bu baskılara dayanamaz, II. Meşrutiyet’i ilan eder.

Ancak, yazık ki olayların gelişmesi hep devletin aleyhine olur. Devlet İttihat Terakki Partisi’nin eline geçer. İttihat Terakki’yi idare edenlerde de devlet tecrübesi yoktur. Önlerinde onlara yol gösterecek kimse yoktur. Bu durumda devlet otoritesi tamamen bozulur. Devlet idaresini bilmeyenlerin elinde koca Osmanlı Devleti oyuncak haline gelir.

İttihat Terakki Partisi büyük hatalar yapar. Tıpkı AK Parti’nin yaptığı hatalar gibi…

Sadece bir örnek vereceğim. Zamanın Bulgar hükümeti Almanya’dan o zamanın modern toplarını satın alır. Bu silahların Avusturya’dan geçerek Bulgaristan’a götürülmesi gerekmektedir. Ancak Avusturya hükümeti silahların kendi topraklarında geçirilmesine izin vermez. Çünkü Bulgarların bu topları kendilerine karşı kullanabileceği ihtimali vardır. Bulgar hükümeti Osmanlı idaresine başvurur. Osmanlı hükümetinden izin ister. Osmanlı idaresi hiç düşünmeden bu modern silahların önce Selanik’e, oradan da Bulgaristan’a nakledilmesine müsaade eder. Biliyor musunuz, bu silahlar Balkan Savaşları sırasında Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılmıştır. Kimbilir kaç vatan evladı o top atışlarıyla şehit edildi!

Aynı hataları, daha büyük çapta 16 yıldan beri AK Parti hükümeti yapmıştır. Belki hata değildir, bilerek yapılmıştır. İşin o tarafını bilemem.

Ve işte bu gün yine II. Abdülhamit idaresine benzer bir kafa aynı hataları yapmaya devam etmektedir. Rusya’nın, konsolosun öldürülmesi ile Osmanlı’ya yaptığı dayatmanın benzerini demek ki bugün Amerika yaptı. Ve bu dayatma karşısında ezildik. Hukuku, adaleti, onuru, haysiyeti, beş bin yıllık büyük tarihi, milyonlarca şehidimizin kemiklerini sızlata sızlata rahibin tahliyesine karar verdik. Yani; Malazgirt’i, Niğbolu’yu, İstanbul’un fethini, Mohaç’ı hiçe saydık.

Biliniz ki devletler taviz vererek bağımsızlıklarını koruyamazlar. Bu gün bu tavizi alanlar yarın daha büyük tavizler için baskı yapmaya devam edecektir. Tıpkı Balkan Savaşları, Birinci Dünya savaşı öncesinde olduğu gibi… Bu tavizler, devlet tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar devam edecektir. Bu böyle bilinmelidir.

Sosyal medyadaki eleştirilere bakıyorum. Bu güne kadar AK Parti’ye oy vermiş samimi, çok iyi niyetli kişiler bu olay karşısında nasıl bir eleştiri getireceklerini şaşırmışlar. Partinin içinde hayali güçler var, bütün bu kötülükleri bu hayali güçler yapıyor diye yorum yapıyorlar. Ya korkularından, ya da başka düşüncelerle sürekli “Başkan” ı eleştirmekten kaçınıyorlar.

Bana göre iş çığırından çıkmıştır. Artık herkesin daha yüksek bir sesle eleştirilmesi gereken kişileri eleştirmesi lazımdır. Bu değerli dostlarımı artık hiçbir şeyden korkmamaya, açık bir şekilde yapılan hataların hesabını sormaya davet ediyorum.

Hiç olmazsa hata yapanlara karşı cesaretle hesap sorun değerli dostlar. Biraz etrafınıza bakın. Cesaretimizi kaybedersek, Enver Paşa ve Resneli Niyazi gibi cesur, kahraman insanların ortaya çıkması asla mümkün olmaz. Subay oldukları halde, devletin kötü gidişine dur demek için her şeylerinde vazgeçen insanları örnek alalım değerli dostlar. Aramazdan hiç mi Enver Paşa gibi bir insan çıkmayacak?

Toplum şartlanırsa, aç kalmak, özgürlüğünü kaybetmek, vatanını kaybetmek pahasına kendisini hipnotize eden insanları eleştirmeye yanaşmaz. Bu tür insanlar kendilerini şartlandıranların hep başarıyı yakalayacaklarını zannederler. Bu eleştiriyi ancak beyni bağımsız kalabilen insanlar yapabilirler.

Rahip Brunson konusu da işte böyle büyük hatanın sonucudur. Ve bu hata bizi daha büyük hatalara, daha kötü sonlara götürecektir. Allah esirgesin.

İnşallah tarihi geçmişimizden ders alırız. Düşülen hatalardan bir önce vazgeçeriz.

 

 

 

 

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey

 

 

 

10 Nisan Salı günü, milli şehidimiz Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i, şehit oluşunun (idam edilişinin) 99. Yılı münasebetiyle, Kadıköy’deki kabri başında andık.

Her yıl olduğu gibi yine bu yıl da çok kalabalık oldu. 50’ye yakın dernek geldi. Kadıköy ve Kartal Belediye Başkanları geldi. Yozgat’tan, Boğazlıyan’dan gelenler oldu. Bir iki okulun öğrencileri geldi. TDAV (Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı) saat 10.00 da bir program sundu. Hocalar getirmişler. Dualar edildi. Çok duygusal konuşmalar yapıldı. Gözyaşlarımızı tutamadık. Boğazlıyan Lisesi’nden gelen bir genç çok güzel konuşma yaptı. Sesi de çok mikrofonikti. Mest oldum. Bazı gençlerle sohbet ettik. Bir daha anladım ki o çelik iradeli Türk milleti harsından henüz bir şey kaybetmemiş! Buna çok memnun oldum.

 

Şükürler olsun ki, kaybetmedi. Yeri ve zamanı geldiğinde devletini, dinini, ezanını, bayrağını koruma içgüdüsü muhakkak harekete geçiyor. Yeter ki düşmanının kim olduğunu anlasın. Tabii ki o zamana kadar da çok kan kaybediyor. Çok toprak kaybediyor.

Bugün, Kemal Bey’in şehit edildiği zamana göre içinde bulunduğumuz durumu daha tehlikeli buluyorum. Bu defa uyanış çok zor olacağa benziyor. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in şehadeti aslında bir sembol olaydır. Onunla zamandaş olan ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kuran, “Yarabbi, Türklüğümden istifa ediyorum, ne olur beni mahşerde Türk olarak haşretme” diyenlerin milletimiz üzerindeki etkisini bugün daha belirleyici buluyorum. Dini motivasyonla hareket etmeye, dini saiklerle karar vermeye alışmış olan toplum, bu tavrı ile ön plana çıkan Mustafa Sabri Efendi’leri bugün daha büyük bir coşkuyla benimsiyor. Onu İslam’ın bir mücahidi olarak görüyor. Olaya dini motivasyonla baktığımızda, insanımızın bu çekim alanından kurtulmasının biraz zor olduğunu görüyoruz. Din olgusunun her şeyin esası olduğunu sürekli topluma anlatan idareciler uyanışın gecikmesinde asıl sebep olduklarının acaba farkındalar mı? Ya da devleti ve milleti böylesine büyük bir badireye ağızsız dilsiz atmayı bilerek mi yapıyorlar? Beyinlerinin arkasında ne olduğunu nasıl anlayacağız? Toplum nasıl anlayacak? Milletin uyanışı ancak olayları doğru anlaması ile mümkün olacaktır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ellerinde propaganda imkânı olanlar Türk Milleti’ni daha çok etkileyerek uyanışını ertelemeye çalışıyorlar. Bu demektir ki Türk Milleti henüz Boğazlıyan Kaymakamı olayını bilmemektedir. Eğer gerçekten bundan 99 yıl önce neler olduğunu anlar ise millet, bugün daha farklı kararlar vermeye, gerçek düşmanın kim olduğunu anlamaya başlayacaktır. Görünen o ki bu uyanış şimdilik mümkün değildir. Ve Türk Milleti’nin “Beka Meselesi” dediğimiz olay henüz kafalarda, ruhlarda hatta vicdanlarda yerini almamıştır. Bizim camiamızın bir kısım ileri gelenleri dahi henüz konunun önemini anlamaktan uzaktır. “Beka Meselesi” dendiğinde durumun ne kadar kritik olduğu takdir edilirse, böyle günlerde neler yapılacağı, neler yapılması gerektiği daha bir önem kazanır. Ve “Beka Meselesi” ni önemli bulanlar bu gibi önemli günleri daha farklı değerlendirirler. Ona göre toplumu yönlendirirler. Yazık ki henüz bu kararlılıktan uzak bulunmaktayız!

 

“Beka Meselesi” konusunu ön planda tutarak devletin ve milletin kurtuluşu için mücadele ettiklerini ileri sürenlere, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i idama götüren olayları iyi okumalarını, iyi anlamalarını tavsiye ediyorum. Tarihi olayları işlerine gelecek şekilde istedikleri gibi kullananların, tarihimizin bu çok önemli konusunu henüz tam olarak bilmemeleri hem üzüntü vericidir, hem de korku vericidir. Bilinmelidir ki Kemal Bey’in idamı olayının arkasında yatan vatanî, millî tehlikeler bu gün de güncelliğini korumaktadır. O zamanki “Beka Meselesi” ne ise bugünkü “Beka Meselesi” de aynıdır. Yani tehlike aynen devam etmektedir. Ama Türk Milleti bu tehlikenin boyutlarını, taşın nereden geldiğini henüz anlayamamıştır. Devleti idare edenler de konunun ciddiyetini henüz anlamamış görünüyor.

 

 

Türk Milleti; 1915 yılında Çanakkale Zaferi’ni kazanıp, düşmanı geri püskürttüğü halde, aynı düşmanın bundan dört yıl sonra, 1919 yılında elini kolunu sallayarak İstanbul’a nasıl girdiğini sanıyorum henüz anlamış değil.

30 Ekim 1918 günü yapılan Mondros Mütarekesi’ni hatırlatmak istiyorum.

 

“Osmanlı Devleti yenileceğini anlayınca mütareke ister. Mütarekeyi imzalama görevi Hüseyin Rauf Bey’e (Orbay) verilir. “Hamidiye Kahramanı” Rauf Bey henüz on günlük Bahriye Nazırı’dır. İngiltere adına imzayı İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe atacaktır. Taraflar 26 Ekim 1918 gecesi Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda buluşurlar. Amiral Calthorpe, Rauf Bey’i bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir konuk olarak karşılar. Nazik, kibar ve konuksever görünür. Türk heyetini kumandan gemisinin kaptan köşkünde barındırır. Rauf Bey, “Bizi güvertede samimî bir tarzda kabul eden Amiral, istirahatimizi sağlamak maksadıyla, geminin kendisine mahsus mevkilerini bize ayırma centilmenliğini gösterdi” der.

27 Ekim sabahı başlayan mütareke görüşmelerinde de İngiliz Amiral, centilmenliğini sürdürür. Oldukça yumuşak görünür. Rauf Bey’e 24 maddelik bir anlaşma taslağı sunar. İngilizler bunun ilk dört maddesiyle yetinebileceklerdi. Rauf Bey’in bundan haberi yoktu. Amiral Calthorpe, taslağı madde madde Türk heyetine kabul ettirmeye başlar. Görüşmeler bir “dikta” havasından uzaktır. “Kayıtsız şartsız teslim”  söz konusu edilmez. “Savaş suçlusu” gibi sözler ağza alınmaz. Rauf Bey’in kuşkuları daha çok Yunan emelleri bakımındandır. Bu kuşkular giderilir. İngiliz amirali Türkleri yatıştırıcı sözler söyler. Yarım ağızla güvenceler verir. Rauf Bey, pek az değişiklikle 24 maddenin tümünü kabul eder. Beş oturumda görüşmeler tamamlanır. 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesi imzalanır.”

Yani anlayacağınız, Hüseyin Rauf Bey kandırılır. Bu “kandırılma” kelimesi hepimizde çok önemli çağrışımlar yapmış olmalıdır!

 

Yukarıdaki yazıyı Bilal Şimşir’in “Malta Sürgünleri” kitabından aldım. Görüldüğü üzere İngilizler;  “Türkler 4 maddeyi kabul ederse bu bizim için başarıdır” diyorlardı. 24 madde birden onaylandı. Çünkü düşman amirali çok nazikti. Yatağını Rauf Orbay’a verecek kadar centilmendi!

 

Rauf Orbay, anlaşmadan üç gün sonra Yenigün Gazetesi’ne demeç verdi. “Bu anlaşma Türklerin tarihleri boyunca imzalamış olduğu en muhteşem anlaşmadır” dedi. Gafletinin, kandırıldığının hala farkında değildi.

 

Bundan sonra ne oldu biliyor musunuz?

 

1915 yılında Çanakkale’yi geçemeyen, bu uğurda 253 bin şehit verdiğimiz Çanakkale Boğazı’nı düşman geçerek İstanbul’a girdi. İstanbul işgal edildi. Düşman donanmasında İtalyan, Fransız ve Yunan (Agamemnon) gemileri de vardı. Daha sonra da Merzifon, Samsun dahil memleketin her tarafı işgal edildi. (Mustafa Kemal; “Geldikleri gibi giderler!” demişti.)

Evet, İstanbul işgal edildi. Padişaha rağmen, Tevfik Paşa, Damat Ferit Paşa hükümetlerine rağmen İstanbul’un idaresi artık İngiliz işgal kuvvetleri komutanının elinde idi!

İngilizler, mimlenen Osmanlı kumandanlarını, hatta ordu kumandanlarını tutuklamaya başlarlar. 60 kişilik, 110 kişilik listeleri başbakanların ellerine verirler Osmanlı kumandanlarını toplamaya başlarlar. Ali İhsan Sabis Paşa dahil, Medine Müdafaasını yapan Fahrettin Paşa dahil. Bütün bu paşaları Bekirağa Bölüğü’ne (bugünkü İstanbul Üniversitesi binasına)  kapatırlar.

 

Tutuklananlardan biri de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’dir.

 

Tutuklanan subayların ve diğer yetkililerin tutuklanma sebeplerinin ne olduğunu biliyor musunuz? Merak ettiniz mi?

 

“ERMENİ KIYIMI!”

 

Evet, Ermeni Kıyımı! İngilizler, “Ermeni kıyımı yaptınız!” diyerek tutuklamalar yapıyordu. Dikkat ediniz, bu iddia bugün de geçerliliğini korumaktadır. Yer adlarının değiştirilmek istenmesindeki asıl sebep bu meseledir.

 

İşte bu hengâmede, yani padişahın, meşru Osmanlı hükümetlerinin olduğu bir ortamda İngilizler istedikleri gibi tutuklamalar yaptılar. “İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kuran Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendinin imzasıyla İngilizler bütün vatanseverleri astılar, kestiler. Sürgünlere gönderdiler. Kuvayı Milliye o zaman Anadolu’da “Milli mücadele” veriyordu. Anadolu’da bağımsızlık mücadelesi verenlerin de idam fermanını aynı kişiler imzalamıştı. Onları yakalayıp İngilizlere teslim edeceklerdi.

 

Tabii işler ters gitti. Düşündükleri gibi olmadı. Türk Millî Mücadelesi, yani İstiklal Savaşı başarıya ulaştı. Düşman denize döküldü. Bu günkü Mutafa Sabriler Anadolu’da bir İSTİKLAL SAVAŞI verildiğine dahi inanmıyorlar. Bu nasıl bir propaganda böyle? Bu nasıl aldatma? Demek ki İngilizler hala içimizde mücadele etmeye devam ediyorlar.

 

Mustafa Sabri Efendiler daha sonra ülkeyi terk ettiler. Mustafa Sabri Efendi Yunanistan’a kaçtı. Orada “Yarın” adlı bir gazete çıkardı. İşte “Türklüğümden istifa ediyorum!” düşüncesini Yunanistan’da çıkardığı bu gazetede yazdı. Sonra Mısır’a gitti. Orada öldü. Kahire’deki Galif mezarlığına gömüldü. Metin Turan adlı TRT muhabiri Mısır’daki darbe sırasında, “Şehit olursam beni Galif mezarlığında yatan Mustafa Sabri Efendi’nin yanına gömün” diye mesaj çekti TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’e. Durum şimdi daha iyi anlaşılıyor herhalde? Kimlerin bu kafa yapısında olduğuna çok iyi bakmak lazımdır. Mücadeleyi ona göre vermek gerekir.

 

Bugün devletin yönetimini ellerinde bulunduranlar daha henüz düşmanın kim olduğunu, asıl tehlikenin ne olduğunu anlamış değiller. Yazık ki “Beka Meselesi” peşinde olanlar da anlamış değiller.

 

Boğazlıyan Kaymakamı idam edildi. Cenazesinin kaldırıldığı gün İstanbul’da yer yerinden oynadı. Türk milleti bir defa daha şahlandı. İşte bu şahlanıştan korkan İngilizler tası tarağı toplayarak çekip gittiler.

Türk Milleti’nin “Beka” davasının peşinde olduğunu söyleyenlere soruyorum: İçimizde hala İngiliz mandasını isteyen yeni Mustafa Sabri Efendilerin varlığını anlamıyor musunuz? Bunları tek tek tespit edip tasfiye etmek gerekmiyor mu? Ya da siz “Beka” meselesinden ne anlıyorsunuz? Unutmayınız; 1838 yılında Osmanlılarla İngilizler arasında imzalanan Balta Limanı Antlaşması’nın son maddesi şöyledir: Bu madde hükümleri dünya durdukça geçerli olacaktır. İngiltere’nin bu işin peşinde olduğunu unutan “Beka” savunucuları bu vebalin altından kalkamazlar. Ne hazin bir tablo, değil mi?

 

Mustafa Kemal “Milli şehit” olarak kabul etti Kaymakam’ı. Devlet, çocuklarına baktı.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in kim olduğu, mücadelesinin ne olduğu konusu şu anda Türk Milleti için uyanışı sağlama açısından büyük bir mihenk taşıdır.
Bu mücadelenin ne olduğunu lütfen anlamaya çalışınız.

 

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in şahsında bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Allah hepsine rahmet eylesin.

 

Allah bu milleti bir daha istiklal mücadelesi vermeye mecbur etmesin.

 

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’le hayat hikayesi ile ilgili olarak derlediğim bilgileri ve hakkında basında çıkan bazı yazıları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Lütfen okuyunuz.

 

 

         Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey:

 

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, 1884 yılında Beyrut’ta doğdu. Antalya ve İzmir Liselerinde okudu. Mülkiye’den pekiyi derece ile mezun oldu. Mülkiye’yi bitirdikten sonra1908’de Beyrut Vilayeti Maiyet Memurluğuna dahil oldu.
Babası, Sirkeci Gümrüğü Yolcu Salonu Müdürü Arif Bey’dir. Arif Bey, aslen Yenişehir Teselya eşrafındandır.

Kemal Bey, 1909 yılında Cezair-i Bahri Sefid (12 Adalar Valiliği) maiyet memurluğunda stajını bitirip kaymakam olmuştur. Bununla birlikte bir yıl Rodos İdadisinde Türkçe ve Sosyal Bilimler öğretmenliği yaptı. 18 Aralık 1911’de asıl mesleğine dönerek sırasıyla Doyran (Makedonya), 1912’de Gebze, 1913’de Karamürsel, 1915’de Boğazlıyan Kaymakamı olmuştur.

 

Kemal Bey, 20.08.1915/ 09.10.1915 tarihleri arasında Yozgat Sancağı Mutasarrıfı Vekilliğinde bulundu. Nisan 1916 da 2000 kuruş maaşla Batraski –Şam Kazası Kaymakamlığına, 26.10.1916 İzmit Sancağı Muhacirin Müdürlüğüne atanmıştır.13.06.1917 bu görevini ifa ederken Boğazlıyan Kaymakamlığı’nda bulunduğu sırada tehcir sırasında ihmali bulunduğu gerekçesiyle Ankara Valiliği İdare Kurulunun Lüzumu Muhakemesi kararı ile görevden alınarak azledilmiştir. Konya’da yargılanmış İstinaf Mahkemesinin kararı üzerine aklanarak azil kararı kaldırılmış ve Tarım Müfettişi olarak görevlendirilmiştir. Görevini yaparken Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin kararı ile aynı konuda hiçbir gerekçe gösterilmeden yargılanmak üzere 7 Ocak 1919 da gözaltına alınmış ve 30 Ocak1919’da İstanbul’a getirilmiştir.

  1. Dünya Savaşı sırasında iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Hükümetinin önde gelenleri kaçmış, Hürriyet ve İtilaf Partisi iktidara gelmiştir. İşbirlikçi Hürriyet ve İtilaf Partisi, Ermenilere ve onlarla bir olan Batılı devletlere yaranmak için, önceki dönemin ileri gelenlerini Harp Divanına sevk etmiştir.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de böyle bir tertibin kurbanı olarak, vatan haini Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki Harp Divanında yargılanmıştır. Kemal Bey, hiç bir inandırıcılığı olmayan bu düzmece mahkemenin usulsüz kararı ile 10 Nisan 1919 günü bir akşamüstü saat: 17.20’de Beyazıt Meydanı’nda idam edilmiştir.
Hakkında yazılanlar
Milli Şehidimiz Mehmet Kemal Bey;
“10 NİSAN 1919,

 

BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI (YOZGAT MUTASARRIF VEKİLİ) MEHMET KEMALBEY’İN ERMENİLERE KÖTÜ DAVRANDIĞI VE GÖREVİNİ YAPMADIĞI ASILSIZ İDDİALARLAİLGİLİ OLARAK DAHA ÖNCE YARGILANARAK AKLANDIĞI, BUNA RAĞMEN GÖREV YAPTIĞI YERDEN USULSÜZ ŞEKİLDE TUTUKLANARAK İSTANBUL’A GETİRİLDİĞİ VE BURADA HUKUKA UYGUN OLMAYAN, DIŞ ETKİLERİN VE ERMENİLERİN BASKISI ALTINDA KALAN NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİNCE VERİLEN İDAM KARARININ UYGULANDIĞI GÜNDÜR.”
Milli Şehit Kemal Bey ülkesini çok seven kendisine verilen kamu görevlerini en iyi şekilde yerine getirmekten başka düşüncesi olmayan zeki, ileri görüşlü, başarılı, millet, hürriyet ve istiklal kavramlarını çok iyi bilen ve uygulayan bir Mülki İdare Amirimizdir.

Mütareke döneminde bizleri, Türk Ulusunu Ermenilere sözde soykırım yapmak ile suçlayanlar, İstanbul’u işgal ettikleri sıralarda o zaman ki devletin ileri gelenlerini ve üst düzey kamu görevlilerini bu konuda her türlü belge ve imkân elindeyken yaptıkları araştırmada suçlayacak hiçbir konu bulamamışlar yalnız asılsız iddia ve 8-10 yaşındaki çocukların ifadeleri ile iki tane Mülki İdare Amirimizi yine yukarda belirtildiği gibi Ermenilere ve işgal güçlerine yaranmak isteyen Nemrut Mustafa Paşa Harp Divanınca asılarak idamlarına karar verdirmişlerdir.

Milli Şehit Kemal Bey’in yargılandığı Nemrut Mustafa Paşa Divanı Harbindeki sonsözleri şudur;

“Düne kadar hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise, Rus Ordularının kâh önüne geçerek, kâh arakasında kalarak,ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dahilinde sevk edilen bazı Ermeni-Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir. Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban, ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.”
Milli Şehidimiz idam sehpasının önünde son sözünün ne olduğu sorulduğunda halka şöyle der;

“Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Sonsözüm bugün de budur, yarında budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…”

Son sözlerini söylerken Kemal Bey vasiyetini verip kendi eliyle sonsuz yolculuğuna çıkarken, meydanda bulunan Türk halkı matem havasına bürünmüşken, Ermeni Komitacılarının yaptığı sevinç gösterileri Polis ve Jandarma tarafından bekletilmeksizin doğrudan dağıtılmıştır.

Bu acıklı olaylar cereyan ederken zamanın Adalet Bakanlığı Müsteşarı (aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyetinin Başkanı) Sait Molla’da “Asın bu haini, söyletmeyin, sallandırın” diye bağırarak, bu sahnenin nefretle anılacak kişileri arasında yer almaktadır.

Cenazenin toprağa verileceği gün (11 Nisan 1919) İstanbul halkı ayaklanmış, gençler “Türklerin Büyük Şehidi” yazılı bir çelenk hazırlamışlardır. Tıbbiyeli bir genç;
“Kemal sen ölmedin, sen şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin, orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki seni bu akıbete layık görenlerin hepsini paramparça edecektir. İntikamın behemehâl (kesinlikle) alınacaktır” diye feryat etmektedir.

Kemal Bey’in vasiyeti: “Fertler ölür, millet yaşar, kabir taşım hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır. Millet ve Memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha”
Yüce Türk Ulusu bu haksız idamlardan sonra birlik ve beraberliğini daha çok pekiştirmiş Mustafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşına daha çok güvenmeye ve destek vermeye başlamıştır.

Ulu Önderimiz Atatürk‘ün girişimiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi 14 Ekim1922’de çıkardığı özel bir kanunla Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i “Milli Şehit” olarak kabul etmiştir.

Ulu önder Atatürk Şehit Kaymakamın çocuklarını evlat edinmek istemişse de gümrük memuru emeklisi Arif Bey torunlarından ayrılmak istememiştir. Bunun üzerine kendisine ev verilmiş ve tüm çocuklarına aylık bağlanmıştır. Boğazlıyan’da bir mahalleye Kaymakam Kemal Bey adı verilmiş, yine Kemal Bey adına bir ilkokul açılmıştır. Milli Şehidimizin kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından anıt mezar olarak düzenlenerek, 15 Aralık 1973 günü ziyarete açılmıştır.
Milli Şehit Kemal Bey ve aynı gerekçe ile idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey bizlerin hafızasında Ermeni Komitacılığının ve işbirlikçi vatan hainlerinin zulmüne bir isyan sembolü olarak kazınmıştır.

 

HARP HİLEDİR

İsviçreli sporcu Michel Piola, mermer ocağı izni verilen Dedegöl Dağındaki Eldere Kayalıkları’yla ilgili olarak şöyle demiş:

Bir tırmanıcı, uzun duvar rota açma uzmanı ve bu konuda 15 kitabın yazarıyım. Dedegöl Kayalıkları, Kuzukulağı Yaylası Eldere Köyü uluslararası öneme sahip bir bölgedir. Dünyada bu tarz tırmanışlar için 5 önemli bölge vardır. Fransa’da Verdon, Fas’ta Taghia ve Todra, Meksika’da El Potrero Chico, bir diğeri de Dedegöl’dür.”

 

  İsparta’nın Aksu ilçesine bağlı Eldere Köyü’nün arazisi içinde bulunan Kuzukulağı Yaylası’ndaki Dedegöl Kayalıkları, tonu 100 dolardan Çin’e satılıyormuş!

Basında çıkan bu haberi belki görmeyenleriniz vardır. Odatv. 15.01.2018)

Benzer bir şekilde Kutlu Dağ denen bir dağı Çin’le komşu oldukları dönemde Türk idareciler de Çin’e satmışlar! Çağrışım yaptı. Biraz hüzünlendim, biraz hayret ettim. Aradan 2300 yıl geçmiş hemen hemen. Aklıma gelmişken o olayı da okuyucu ile paylaşıp, asıl konuma geçmek istiyorum. Belki bugünkü yöneticilerimize ibret olur diye bu bağlantıyı kurmak istedim.

Rahmetli Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit romanında “Kutlu Dağ” hikâyesini anlatır. (Kilit, sayfa 98,99) Kutlu Dağ, o devrin anlayışına göre Türkler için uğurlu bir dağdır. Türklerin tılsımıdır. Bu tılsımdan dolayı Çinliler bir türlü Türklerle baş edemezler. Sonunda olayı çözerler. Çinlilerin Türklere üstünlük sağlayamamalarının sebebi bu Kutlu Dağ’dır. Bu dağ Türklerden alınırsa Türklerin tılsımı bozulacaktır. Çinliler Türkleri oyuna getirirler. Bu dağı Türklerin elinden almak için “Sarı saçlı, çıyan gözlü bir Çin kızını” Türklere teklif ederler. Bu kız karşılığında Türkler Kutlu Dağ’ı Çinlilere satarlar. Çinliler aldıkları bu dağı yerle bir ederler. Dağ yok edildikten sonra Türklerin tılsımı bozulur. Bundan sonra artık Türkler Çinlilere karşı üstünlük sağlayamazlar.  

Olay bu ya! Bu bir menkıbe! Olur mu olur!

Orta Asya zamanında uğurları bozularak dağılan Türklerin, son üç yüz yıldır Batılılara karşı aldıkları mağlubiyetlerin sebebi yine tılsımın bozulması mıdır acaba?

Gerçekten bu işin içinde bir iş var! Olanları bazen aklımızla izah etmekte zorlanıyoruz. Harbin hile olduğunu bilmiyoruz. Önüne gelen bizi aldatıyor! Düşmanlarımız durmadan bize tuzak kuruyor. Bunu binlerce yıl sonra, bunca tecrübeye rağmen hala göremiyoruz. Düşünün ki kendimize Türk denmesinden bile rahatsız olmuşuz. Bu tuzakları nasıl görelim?

Son dönem olaylarına bakalım:

Dinler arası diyalog tuzaktı,

TRT6 (TRT Şeş) kurulması bir tuzaktı,

Açılım meselesi tuzaktı,

Çözüm süreci tuzaktı,

Akil adamlar tuzaktı,

Alfabemize üç yabancı harfin sokulması tuzaktı.

Andımızın kaldırılması tuzaktı.

Ne mutlu Türk’üm diyene sözünün her yerden kaldırılması tuzaktı,

Barzani ile Şivan Perver’le el ele “megri megri” yapmak tuzaktı,

Ergenekon meselesi tuzaktı,

FETÖ tuzaktı,

Askerî okulların kapatılması tuzaktı.

Aslında NATO tuzaktı.

Asıl Tuzak Bize NATO (ABD) Tarafından Kurulmuştur.

Bu günlerde Suriye’de kendisine bağlı terörist unsurları eğitip silahlandırarak Türkiye ile savaşa girmek niyetinde olan ABD baştan beri devletimize, yöneticilerimize tuzak kurmuştur.

NATO 1952 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sırtında kamburdur. Bize silah verdi ama o silahları kullanacak önemli gereçleri vermedi. Mesela radarlarını vermedi. F16 aldık. Bu uçakların iki tane anahtarı var. Biri NATO’da. Yani ABD’nin elinde! Gemi verdiler, füze verdiler. Ama bütün bu silahlar ABD hedeflerini “düşman” olarak görecek kabiliyette değildi. Şifreleri onlardaydı.

Muavenet gemimizi vurdular kalleşçe. Olayı biliyorsunuz. Bir dost gemiden (Amerikan Saratoga gemisinden) müttefik bir geminin kaptan köşküne füze fırlatılıyor. Beş kahraman askerimiz şehit oluyor. ABD’nin Saratoga gemisi dost kuvvet gemisi olan Muavenet gemisini “düşman” olarak görüyor, ama Türk gemisi Amerikan gemisini düşman olarak görmüyor. Çünkü radarları ona göre ayarlanmış. Muavenete doğru gelen füzeyi bizim gemimiz görüp, havada imha edemiyor. Çünkü bizim sistemimiz Amerikan gemisini “düşman” olarak tanımamış. Bu bir tuzaktı.

Bunu ne için yapmışlardı? Kendi gemilerimizi kendimiz inşa etmeye karar verdiğimiz için yapmışlardı. Türkiye kendi gemisini yapmaya karar verdiği günün ertesi günü Muavenet’i vurdular. Sonra özür dilediler. Kaptanları sarhoşmuş!!! Kaza ile füze ateşlenmiş!!! Sonrasında bize çok ucuza (!) gemiler gönderdiler!

Amerika Türkiye’de altmış yıldan beri ajancılık oynuyor. NATO aracılığı ile bizim kuyumuzu kazıyor. Bize tuzak kuruyor. Hile yapıyor. Ülkemizde yaşanan bütün darbelerdeki Amerikan parmağını hepimiz rahatlıkla görmekteyiz. Son olaylarla iyice gün yüzüne çıktı Amerika’nın düşmanlıkları, tuzakları.

Anlayacağınız, Türkler ABD’nin tuzaklarına aldanıyor. Hilelerini anlayamıyor. Ve tılsım böylece bozuluyor.

“Çıyan gözlü sarı Çin kızı” karşılığında Kutlu Dağ satılır mıydı? Satılmış işte! Bütün darbelerde, Cargıll firması olayında, FGM 148 olayında, 6. Filo olaylarında, İkili Anlaşmalarda… Bütün ilişkilerimizde ABD bize tuzak kurmuş. Türkler bu tuzakları görememişler.

Tarihten bu yana değişen bir şey var mı? Hayır!

Nasıl oluyor, bütün bu tuzaklar Türklere karşı kuruluyor da Türkler bunu anlamıyor, göremiyor. Ya da anladıkları zaman iş işten geçmiş oluyor! Hatalar anlaşılınca “Allah’tan da milletten de af” dilenerek durum geçiştiriliyor. Ve  “Atı alan Üsküdar’ı geçiyor”. Nasıl oluyor? Tılsım meselesi? Kutlu Dağ meselesi yani! Herhalde yöneticilerimize cesaret madalyası vererek efsunluyor bu Amerikalılar!

FETÖ tuzağını Türklere hazırlayan Amerika ile ilgili binlerce uyarı yapıldı. Yapmayın, etmeyin, Ergenekon bir Amerikan oyunudur, dendi! Ama dinleyen olmadı. Amerikalılar tıpkı Çinliler gibi Türklerin yöneticilerini aldattı. Tuzağa çekti. “Vizyon” Belgeleri ile “stratejik ortaklık” masalları ile Türk yöneticileri uyuttular.

Şimdi geldik savaş noktasına. Amerika Türkiye devletini hedef tahtasına oturtarak ordu hazırlamış. 4900 tır silah göndermiş YPG’ye. Göstere göstere ordu kurmuş devletimize karşı. Bugüne kadar kurduğu hiçbir tuzak fark edilememiş (!). 13 bin kilometre yoldan tırlar dolusu silah getirmiş. Burnumuzun dibinde açıkça ordu kurmuş. Bizi oyalamış, avutmuş. Müttefikiz demiş, stratejik ortağız demiş, aldatmış bizi. Biz de bir güzel yemişiz. Şimdi her şey bitmiş. Çıkmışız ortaya “Bayrağını oradan indir, yoksa biz indiririz” diyoruz. “Çapulculardan kurduğun orduyu dağıtırız” diyoruz. Tabii ki Amerikalılar bu tehditlere inanmıyorlar. Çünkü Türklerin tılsımını bir defa bozdular. NATO’ya girmekle Türkler bu tılsımı bozmuşlardı. İkili Anlaşmaları yaparken bu tılsım bozulmuştu.

Aziz milletim, Kutlu Dağ elimizden gitmiş bulunuyor, uyan!

 

ABD’nin Türkiye’ye ve Avrasya’ya Bakışı

ABD‘nin Avrasya topraklarındaki hükümranlığı, bu toprakların sahibi olan milletleri, özellikle Türk Milleti’ni rahatsız ediyor.  “Avrasya bize jeopolitik bir ödüldür” diye düşünen, açıkça bizim de içinde bulunduğumuz toprakları kendileri için “ödül” kabul eden ABD, başka milletleri (bir kısım Müslümanız diyen milletleri) rahatsız etmeyebilir. Bizim milletimiz hürriyet aşığıdır, bağımsızlığına toprağına, tapusuna, namusuna düşkündür. Çünkü bizim bayrağımız, sancağımız şanlıdır. Topraklarımız mukaddestir.

Bu sebeple biz, ABD’nin, Avrasya toprakları üzerinde, Orta Doğu toprakları üzerinde, Suriye’de, sınır boylarımızda yürütmek istediği hükümranlığı, kurmak istediği (Büyük İsrail Devleti’ni) kabul edemeyiz.

Gerçekten de ülkemiz bugün bir kuşatma, bir tehdit altındadır. İkili Anlaşmaların yapıldığı günden bugüne kadar Türk liderlerin bu derin tehdidin Amerika’dan geldiğini anlamamış olmaları, hemen hemen bütün liderlerin Amerika’nın kurduğu tuzaklara düşmüş olması çok manidardır.

ABD, bizim ülkemizi de içine alan bu toprakları kendisi için ödül kabul ediyor. Tıpkı vaktiyle Amerika’daki Kızılderili topraklarını ödül kabul ettikleri gibi! Avrupa’dan göç edip, Kızılderilileri yurtlarından ettikleri zaman “Kader Bildirisi” yayınlamışlardı. Avrupalılar ve torunları “Kader” tarafından bütün Amerika’yı egemenlikleri altına almaya zorunlu kılınmışlardı! Milyonlarca Kızılderili’yi yok ederek topraklarını ellerinden almışlardı. Hâlbuki o topraklar Kızılderililerin kendi toprakları idi ve üzerinde “Gözyaşı izleri” vardı.  

Amerikalılar Kızılderilileri uçsuz bucaksız topraklarından kovarken Navaholara, Cheyenne’lere şöyle demişlerdi:   (Dee Brown, Kalbimi Vatanıma Gömün, sayfa 26)

“Sizlere karşı yürüttüğümüz bu savaş,

 Yıllarca da sürse, siz yurdunuzu terk edinceye kadar, 

belki de bütünüyle yok oluncaya kadar devam

 edecektir. Bu konuda söylenecek başka bir söz yoktur.

 

Kızılderililere; “Siz yurdunuzu terk edinceye kadar savaş sürecek, bu konuda söylenecek başka söz yoktur!” diyen Amerikalılar, demek ki şimdi aynı alışkanlıkla Avrasya’yı, Orta Doğu’yu yutmaya kalkıyor.

Avrasya milletlerinin ve özellikle Türk Milleti’nin, ABD’nin bu topraklardan ne kadar süre içinde ve nasıl kovulabileceğini hesap etme zamanı gelmiştir. 1860 lı yıllarda Amerika‘da verdikleri savaşı şimdi bizim bölgemize hatta bütün dünyaya yaymak isteyen ABD, bütün dünya milletlerini herhalde “Kızılderili” zannediyor!

Hâlbuki 4 Temmuz 1776 tarihinde yayınlanan Amerika İstiklal Beyannamesi’nde şöyle denmişti:

“Biz bu hakikatlerin aşikâr olduğunu kabul ediyoruz.

Bütün insanlar eşit olarak yaratılmış olup

Halik tarafından kendilerine devri kabil olmayan

bazı haklar bahşedilmiştir.

Hayat, Hürriyet, Saadete Erişmek hakları bunlar arasındadır.”

 Hayat, Hürriyet ve Saadete erişmek kimlerin hakkı acaba! Demek ki onlara göre her yabancı şey gerçekten düşman veya hedeftir. Kimse bu gücün dostu olamaz. Bütün uluslararası anlaşmalarının esasında bu mantık bulunmaktadır.

ABD‘nin bizimle de ittifak anlaşması vardır, “Vizyon Belgesi” imzalamış bulunmaktayız. Stratejik Ortak’ız.  Şimdi de “Model Ortaklık” kurduk diyorlar.  NATO’da müttefikiz!

NATO bunun için kurulmuştur.  BOP bizim de içinde bulunduğumuz Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek için kurulmuştur.  PKK bu maksatla ABD ve AB tarafından sevk ve idare edilmektedir. 

Enerji kaynakları… 

Avrasya’nın tüm zenginlikleri… 

Ve İsrail…                                                  

Evet İsrail…  ABD ile özel bir statü ile nikâhlı bulunan İsrail… ABD bölgemizde Büyük İsrail Devleti kurmak istemektedir.

 Amerika’nın Kızılderilileri imha ederken uyguladığı imha politikasının mantığı ne ise, bugün de işgal ettiği yerlerde uyguladığı mantık aynıdır. Hatta hiç çaresi kalmaz ise atom bombası kullanarak her şeyi topyekûn imha edebilmektedir.  Hiroşima’yı ve Nagazaki’yi düşününüz. Düşününüz ki böyle bir devlet şu anda “Biz dünyaya yön veren devletiz!” diyor. ABD‘nin güç kullanmakta sınır tanımazlığı bütün dünya insanlığının ne kadar büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu anlaması bakımından çok önemlidir.  ABD‘nin bugün dünyada milletlere karşı uyguladığı yöntemlere bakarak, insanlık, Büyük İskender’e, Cengiz Han’a, Kazıklı Voyvoda‘ya ve tarihin kaydettiği bütün canilere rahmet okumaktadır.

Bu konuda şu tarihi hatırlatmayı henüz “millet olma tecrübesi” olmayan ABD’ye hatırlatmakta fayda var:

Günümüzde hala yaşamakta olan, dünya tarihinde vaktiyle çok büyük medeniyetler kurmuş toplumlar var. Bunların sayısı iki elin parmaklarının sayısından belki daha azdır. Türkler, Farslar, Araplar, Almanlar, İngilizler, Çinler gibi… Bir zamanlar yeryüzünde hâkimiyet kurmuş, belki mağlup olmuş, köşesine çekilmiş, ama tarihi ömürlerini doldurmamış,  halen yaşayan toplumlar var.  Bu toplumlardan bazılarının ilmen belirlenmiş medeniyetleri var, dünya görüşleri var. Hala tezlerini çürütemeyen diğer medeniyetlere meydan okuyan, hiçbir zaman eskimeyen, eskimeyecek olan büyük doktrinleri var. Tarihi birikimleri, tecrübeleri var. Hala tarihin sahnesine çıkmak için milli iradeleri her an bilenen, imanlarını tazeleyen, mağlubiyetleri galibiyete çevirmeye çalışan, göğsünde hala geçmiş imparatorlukların büyüklüğünü, heyecanlarını taşıyan ve akidelerinden, umdelerinden asla taviz vermeyecek milletler var. Belki toprak kaybetmiş, ama asla ideolojik karakterleri bozulmamış, idealleri uğrunda hala her şeylerini feda edebilecek toplumlar var. Belki zayıf düşmüş ama hala “yorgun olmayan” milletler var.

Bu toplumların kendilerini mağlup eden diğer medeniyetlerle hesaplaşmaları henüz bitmemiş. Bu milletler, yeniden aynı büyüklüğe ulaşmak için fırsat kolluyorlar. Zamanı gelince yine dünya sahnesine çıkacakları günü bekliyorlar. Geçmişini asla unutmayan bu milletlerin toprakları üzerinde, kaybettikleri topraklar üzerinde daha savaşların dumanları sönmemiş. Geçirdikleri travmalar daha dün gibi. İmanları taptaze. Medeniyetleri asla yıpranmamış. Ve Amerika’ya göre son derece tecrübeli milletler var. Amerika henüz bir “millet” bile değil. Ani bir “buraya kadar” kararı Amerika’nın dağılması için yeterlidir. Rahmetli Durmuş Hocaoğlu aynen böyle söylemişti. “Ani bir buraya kadar!” diye karar alınırsa ne olacak? Çil yavrusu gibi dağılacak bir devlet…

 

Amerika Dünya Üzerindeki Hegemonyasını Daha Uzun Süre Devam Ettiremez.

 

Amerika Birleşik Devletlerinin çağımızda bir teknolojik üstünlük kurduğu tartışılmaz. Ancak, toplama milletlerden oluşan ABD’nin,  insanlığa mutluluk veremeyeceği anlaşılan kapitalist dünya görüşü,   Anglo-Sakon, Hıristiyanlığın hangi duraklarında duracağı belli olmayan, çatışmacı din ve mezhep anlayışı ile daha uzun süre ayakta kalamayacağı aşikârdır. Evangelizm’den Neoconlara kadar uzanan sayısız mezhep arasında henüz tercihini yapamamıştır. Bu karmaşık yapısı ile Kapitalizmin dünyadaki en büyük savunuculuğuna soyunan, sonradan ortaya çıkma, sonradan görmüş bir millet olarak ABD’nin, bütün dünyaya meydan okumaya devam etmesi mümkün değildir. Büyük bir medeniyet olarak rüştünü ispatlayamamış bu devlet, ne kadar zeki insanlar tarafından idare edilirse edilsin yıkılış korkusundan kurtulması mümkün değildir. Daha şimdiden şunu tartışıyorlar:

         “Amerikan küresel üstünlüğü yıkılırsa yerini ne alacaktır!”

Amerikan devletinin yıkılacağı günü kendi düşünürleri bile beklemektedir.

Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu yukarıda bahsettiğim “Ani bir tamam buraya kadar kararı” ilgili yazısını kısmen aşağıya alıyorum. Lütfen dikkatle okuyun.

(Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, 14.11.2008 Tarihli Yeniçağ Gazetesi’ndeki “Tanrı Amerika’yı Korusun” başlıklı makalesi.)

 

Anî bir “tamam, buraya kadar” kararı, Amerika’nın dâhilî prestijini ve tesanütünü sarsacaktır muhakkak ki. Şundan: Amerika, vakıa, “temel asabiye” olarak, Huntington’ın belirttiği gibi, Anglo-Sakson’dur ama topyekûn Amerikan milleti, John L. O’Sullivan’ın dediği gibi, “kökenlerini birçok diğer milletten almakta” olan ve henüz teşekkül hâlinde bulunan bir cemaattir ve her üyesinin menşeini bildiği bu cemaati asıl olarak ayakta tutan, Onun kurulduğu tarihten bugüne değin hiç kaybetmeyen, hep kazanan, durmadan yükselen gücü, dünya üzerindeki itibarı, zenginliği ve bunların neticesi olan “Amerikan Rüyası”dır; böyle bir akıbet bu tatlı rüyayı bir kâbusa tahvil edebilir; çünkü daha evvelce de bahsettiğim gibi, “millet” olmanın asıl kıstası kazançlarda değil kayıplarda ve fedakârlıklarda bir araya gelmektir ve henüz bir millî felâket yaşamamış olan Amerikan cemiyeti bugüne kadar böyle bir testten geçmediği için nasıl bir aksülamelde bulunacağı da meçhuldür ki bu ise, Onun da içinde “kader anının kendisine gelmesini bekleyen” başka milletlerin veya millet adaylarının “şimdi tam zamanı” diyebileceği bir çözülmenin tetikçisi de olabilir.”

         Demek ki millet olmanın asıl ölçüsü kazançlarda değil, kayıplarda ve fedakârlıklarda bir araya gelebilmektir. Amerikan halkı henüz bir millî felaket yaşamadığı için tarihin testinden geçmemiştir. O halde mutlak surette, tarihî tecrübesi olan yeni bir kural koyucu millet, yeni bir JEOSTRATEJİK OYUNCU ortaya çıkıncaya kadar ABD hegemonyasını devam ettirebilir. Sonrası meçhuldür.

 

Bu konuda (ABD’nin Mukadder olan yıkılışı konusunda) Brzezinski aynen şöyle söylemiş:

         “Bizi yok etme planlarını yapamıyorsanız bu sizin suçunuz olacaktır”. 

Bundan daha açık bir uyarı, daha açık bir beklenti olabilir mi?

Ama biliyorlar ki çağdaş dünya milletleri, korkunç bir aldatılmışlığın, müthiş bir korkunun, iğrenç bir ikiyüzlülüğün, nefret uyandıran bir yalakalar takımının tasallutu altındadır. Nasıl olsa hiçbir karşı koyuş olmayacaktır. CIA ile MOSSAD ile Mason Locaları, Lions Kulüpleri, Rotary Kulüpleri ile FETÖ tarzı oluşumlarla dünyadaki tüm iktidarlar kontrol altına alınmıştır. Güvendikleri budur. Güçleri ise, ellerinde şimdilik sadece sağlam kalan silahlı kuvvetleridir. Doğrudan doğruya kimse ABD’ye karşı çıkamaz. Kimse İsrail’e karşı çıkamaz! Şimdilik rahatlıkla dünya insanlığına tuzaklar kurabiliyorlar.

Çağımızda dünyanın hiçbir ülkesinde ABD’ye karşı güven duyulmamaktadır. Dünya milletlerinin bu ülkeyi sevmediği, bu sebeple dünyanın her yerinde Amerikan kuruluşlarına karşı saldırılar olduğu görülmektedir. Bunu kendileri de biliyor.

Bu olaylar günümüzde sık sık meydana geliyor. Amerikan hegemonyası, devlet adamlarının hiç çekinmeden kullandıkları üstün askerî güçle, dünya devletlerin yöneticilerine kurdukları tuzaklar sayesinde milletleri sindirmiş bulunmaktadır. Bu idareciler atom bombasını dahi kullanabilecek psikopat bir yapıda bulunmaktadır. Bunun için milletlerin bugün doğrudan doğruya ABD’ye karşı çıkmaları mümkün olmamaktadır. Buna bir de dünyanın her yanında bu ülkeye sadakatle bağlı satılık idareciler, kiralık kalemler eklenmelidir. Bu sebeple bugün hiçbir kuvvet ABD’ye pratik olarak doğrudan doğruya karşı çıkamamaktadır.

 

ABD’nin dünya hakimiyeti son bulursa, yerini alacak gücün henüz bulunmadığını ve bu sebeple dünyada boşluk ve kaos meydana geleceği gibi bir görüş bulunmaktadır. ABD dışındaki Jeostratejik oyuncuların çok yorgun olduğu ve ortaya yeni bir JEOSTRATEJİK OYUNCU’nun kısa sürede çıkamayacağını ileri sürenler vardır.

ABD yıkıldıktan sonra dünyada meydana gelecek Jeostratejik oyuncu boşluğunu Türk Milleti’nden başka dolduracak bir güç gerçekten bulunmamaktadır. Türk Milleti’nin idarecilerinin, özellikle “Mücadeleci” güçlerin bu konuyu çok iyi bilmeleri ve buna göre hazırlık yapmaları gerekmektedir. II. Meşrutiyet sonrasında o günkü idarecilerin başarılı olamamalarının sebebi böyle bir hazırlık yapmış olmamalarıdır. Bu sebeple dünyaya yeni kural koyacak güçlerin şimdiden yetişmesine daha çok özen gösterilmelidir. Kadroları yetiştirirken bu tarihî sorumluluk gözden uzak tutulmamalıdır.

 

Amerikalılar, dünyada hegemonya uygularken bu hegemonya altında inleyen insanlığın kendisinden memnun olduğunu, çok adaletli davrandığı için dünya milletlerinin kendisini kabul ettiğini, kendilerine boyun eğdiğini düşünüyor! Yani Amerika, dünya hâkimiyeti rolünü çok iyi oynadığını, ancak bir gün gelip kaderin kendisini yavaş yavaş, yön verilmemiş artan bir inişle değil, uzun zamana yayılan ve kendi kontrollerinde, kendi iradeleriyle kabul edecekleri bir son (Brizesinski) düşünüyor! Bu düşünce tarzı kendisine özgüveni olmayan bir psikolojiyi yansıtıyor. “Yıkılırsak da biz kendimiz yıkılırız, dünyada bizi yıkacak bir güç yoktur” demeye getiriyor. Dünyada Jeostratejik Oyuncu olarak gördüğü bugünkü birçok devletten hiç birinin kendisine rakip olamayacağını düşünüyor. İngiltere, Almanya, Fransa, Çin, Rusya, Japonya ve Hindistan… Bu ülkelerden hiç biri bir gün gelip son bulacak Amerikan Rüyasının yıkılışını tetikleyen bir güç olamayacağını açıkça ilan ediyor.

Amerikan gücüne karşı tek ana rakip ise içeriden gelebilecektir.”

Amerikan gücüne karşı tek rakip içeriden gelecektir veya Amerikalıların ortak amaç anlayışlarını kaybetmeleri ya da yorulmaları yüzünden Amerika’nın küresel rolü aniden sona erebilecektir! Küresel gücünün sona ermesi ihtimalini kendi iç dinamiklerine bağlanıyor: İçeriden veya Amerikalıların yorulması sebebiyle!

Yukarıdaki analiz yakında ölen Amerika’lı düşünür Brizesinski’ye aittir.

Brizesinski bu analizinde; “Amerikan rüyası” nı yıkabilecek önemli bir sebep olacak tarihi tecrübesi olan, tarihin sahnesine çıkmak için fırsat kollayan, tetikte bekleyen ve ezilen mazlum milletleri görmezden gelmiştir. Amerika’ya, Kapitalizmin amansız düşmanı görünen, hiçbir Komünist liderin dahi aklının ucundan geçiremediği bir şekilde en büyük düşmanlığı, dünya proletaryası değil, işte bu milletler gösterecektir. Bunu görmezden gelme, gerçek düşmanı anlayamama, Amerika’nın zaafı olacaktır. ABD, ummadığı yerden darbeyi yiyebilecektir. Bunun hesabını yapamamak, gerçek düşmanı görememek ABD’nin en büyük zaafıdır ve bu zaaf gerçekten Amerika’nın küresel hegemonyasının sonunu getirecektir.

Yapılan analiz içerisinde İsrail faktörü yoktur. İsrail faktörü son derece ciddi faktördür. Amerika’nın yönetimi bugün İsrail Devleti’ni himayesi altına almış bulunmaktadır. Bu iki ülke arasındaki bağlılık İllumünato ile ilgilidir. Bu mistik İllumünato bağlılığı sebebiyle ABD dünyanın birçok yerinde Büyük İsrail Devleti oluşturmaya çalışmaktadır.  Bu mistik yakınlık Amerika’nın sonunu getirebilecek önemli ikinci sebep olacaktır.

 

Üçüncü ve en önemli faktör ise Türkiye’dir. Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Hindistan değil, Türkiye’dir. Bu ancak, Türk milletinin Batı ile hesaplaşması gerektiğini anladığı ve bunun zamanının geldiğini düşünmeye başladığı andan itibaren, yani mücadeleci kadroların devlete hâkim olduğu andan itibaren mümkün olacaktır. Amerika’nın sonunun asıl belirleyici unsuru, Türkiye’de devletin tarihî fonksiyonunu bilerek bilinçli bir şekilde millî devleti yeniden oluşturacak “Mücadeleciler” olacaktır. Bu hüküm önemlidir. Bu bir devlet meselesidir. Bu kadroların yetiştirilmesine ne kadar özen gösterilse azdır.

Amerikan toplumunda bir yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık var.  Amerika’yı meydana getiren halkların daha bilmediği bir sürü ihanet var. Mesela; Amerika’nın Yahudiler tarafından yönetildiği, bütün ekonomik imkânlarının İsrail’e aktarıldığı, bütün dünyada Yahudilerin menfaati için çocuklarının ölümüne sebep olunduğunu henüz Amerikan halkları, Amerikalı anneler bilmemektedir.

Bugünkü Amerika Birleşik Devletleri’ni bilfiil Yahudilerin yönettiğini yeryüzünde bilmeyen yoktur. Bu Yahudi yöneticiler için “Bir avuç zekâ” tabiri kullanılıyor. Yahudilerin ise Tevrat’tan kaynaklanan dünya hâkimiyeti hedeflerinin olduğu bir vakıadır. Bu hedef dünya Yahudiliği için ana hedeftir: “Tevrat Şeriatı”. Ve bu hedefe yürümek için de Yahudiler bugünkü ABD’yi kullanmaktadır. Bugün Amerika Birleşik Devletlerini meydana getiren, vergileriyle bu ülkeyi ayakta tutan halkların bu durumdan haberleri bile yoktur. Kendisi de Yahudi olan Brizesinski yukarıdaki son iki sebebi hiç ortaya koymamaktadır. Asıl olarak Amerika’nın “helâki” nin bu iki sebepten olacağını anlatmaktan imtina etmektedir. Özellikle bu “Yahudi” zaafı sebebiyle helâk olma yoluna girmiş olduğunu kimsenin Amerika Birleşik Devletleri’ne anlatması mümkün değildir.

Yahudiler (Bir avuç zekâ), Amerika Birleşik Devletleri Amerikan halklarının üstünde kesin ve acımasız bir sulta kurmuş bulunmaktadır. Bu bağnaz ve aşılmaz irade ABD’yi badireden badireye sürüklemektedir. Bir şekilde zenginliği ve dolayısıyla kesin silah üstünlüğünü yakaladığı için de, bu faktörlerin dünya hegemonyası için yeterli bir kudret olduğunu zannetmektedir. Bu sebeple, Amerikan yönetimindeki Yahudilik,  nasıl olsa kendi ülkesi olmadığı için, ABD’nin yıkılışını önemsememektedir. Aklına yıkılış gelmektedir, ama Amerika’yı kendi sapkın amaçları uğrunda heba etmekten çekinmeden, dünyanın birçok yerinde yeni İsrailler oluşturmaya devam etmektedir. Yahudilerin yönetimindeki Amerikan emperyalizmi Büyük İsrail Devleti’ni oluşturmak için bütün dünyada yeni Iraklar, yeni Libyalar, yeni Suriyeler, yeni Afrinler arıyor, yeni kanlar arıyor, yeni leşler arıyor.

Bu yapısı sebebiyle Amerika’nın dünyadaki hegemonyasını daha uzun süre sürdürmesinin imkânı yoktur. “Amerikan Rüyası” nın sonu gelmiştir.

Bu saatten sonra da Amerika’nın Türk Milleti ile, İslâm âlemi ile ittifak yapması mümkün değildir. Avrasya’da kendisine müttefik bir halk bulması mümkün değildir.

Uyanan milletler, özellikle Türk Milleti, Amerika’nın bugüne kadar kurduğu tuzaklara artık düşmeyecektir.

Türkiye’de yetişmekte olan müstakbel millî iktidar kadroları milletler arası mücadelenin nasıl yürütüldüğünü çok iyi bilmektedir. Bu yeni kadrolar; dost, düşman, ittifak ve müttefik kavramlarını, harbin hile olduğunu çok iyi bilmektedir.

Zaman artık Türk Milleti’nin lehine işlemektedir. Önümüzdeki çağ Türk Milleti’nin saadet çağı olacaktır.

Amerika’nın Suriye’de başlatmaya çalıştığı savaş kendisi için sonun başlangıcı olacaktır.

Türk Milleti gerçekten uyanmıştır. Türk Milleti’nin idarecileri HARBİN HİLE olduğunu kesin olarak anlamıştır. Dünyada “Jeostratejik Oyuncu olma-Oyun kurma-Kural Koyma” rolünü Türk Milleti en kısa zamanda üstlenecektir.

Zaferlerimizin ruhu yolumuzu aydınlatacaktır.

 

Yaşasın Millî Devlet!

Tek Kelime İle Yazıklar Olsun!

 

Değerli dostlar,

 

Aldanmışmış, Aldatılmışmış!!!!

 

Yeni Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak “Aldanmış, aldatılmıştım” diye bir yazı yazdı. 3 Ocak 2018 tarihli Yeni Akit Gazetesi’ndeki yazısını okudum. Gözlerime inanamadım. Yahu bunlar nasıl insanlar! İnanç bu kadar ucuz mu? Müslümanlık bu kadar basit mi? Veya insan olmak bu kadar zor mu? Bilerek veya bilmeyerek vatana ihanet etmenin yolu bu kadar kolay mı?

“Bizim Mahalle” de gittiğim her yerde mutlak surette Yeni Akit Gazetesi var. Camilerin kıraathanelerinde, köy derneklerinde…

Bizim köyümüzün Kaynarca’daki derneğine de geliyor. Her gittiğimde görüyorum. Orada oturan akrabalarım bile bana “Ne haber amca?” diyerek benim yanlış yolda olduğumu, kendilerinin mutlak surette her konuyu tam doğruları bildiklerini ima ediyorlar. Çünkü onların başka bir yazı, bir gazete, bir kitap okumaları, başka bir araştırma yapmaları, mesela beni bile dinleme imkânları hiç yok. Bilgi kaynakları sadece bu gazete! Görüyorsunuz, onlar da veriyorlar mehteri!

Abdurrahman Dilipak’ın bu yazısını okuyunca gözlerime inanamadım. Yahu insanda biraz ahlâk olur! Hadi diyelim ki aldanmışsın, aldatılmışsın. Bunu bugün fark ettin. Kardeşim çek git “Bizim Mahalle” den, Harakiri yap. İntihar et. Bir şeyler yap. İnsanlığını göster. Sen bizim çocuklarımızı “dindar” kimliğinle kandırdın. Bizi birbirimize düşürdün. Yahu sen nasıl insansın?

Bunun gibileri çok. Zaman zaman yazıyorum. Veya başka kaynaklardan sizler de görüyorsunuz, öğreniyorsunuz. “Allah’tan da, milletten de af diliyorum” diyenler var. Olmaz öyle şey. Çekin gidin kardeşim. Siz bize kötülük ettiniz. Ordumuzu zayıflattınız. Vatanımıza ihanet ettiniz.

Akit TV bir video paylaşmış. Belki gördünüz! Amerikan Cargill firması ile ilgili. Bir önceki yazımda bu konuyu anlattım. İyi de kardeşim, siz bunu yeni mi gördünüz? Ne oldu birden bire? Bu kaç yıllık bir mesele. Hayrola? Eyy Akit! (!) neden bu firmanın AKP’nin Bakanlar Kurulu Kararı ile orada faaliyetine devam ettiğini anlatmıyorsunuz? Şeker fabrikalarının neden kapatıldığını niçin anlatmıyorsunuz?

 

Akit Gazetesi’nin yayın yönetmeni bundan bir iki ay önce bir yazı kaleme almıştı. CIA belgelerinde Taraf Gazetesi’nin arşivine girmişmiş! Taraf gazetesini CIA kurdurmuş diye bir bilgiye yeni ulaşmış! Yeni öğrenmiş gibi yazıyor. Bu konudaki binlerce haberi, binlerce programı, binlerce kitabı görmemiş. Yani Ergenekon meselesinin bir Amerikan kumpası olduğunu anlamamış. Beyefendi yeni görmüş gibi anlatıyor. Kardeşim atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Her şey allak bullak olmuş. Ordu tasfiye edilmiş. Binlerce insan mağdur olmuş. Taraf gazetesinin Ergenekon kumpasını beyefendi on yıl sonra anlamış! Neredeydiniz zamanında? Yoksa size ne denirse onu mu yazıyorsunuz? Emirle mi yayın yapıyorsunuz? Peki, kanına girdiğiniz, kandırdığınız, aldattığınız insanların vebalini nasıl ödeyeceksiniz? Hani Müslüman bir gazetede yazıyorsunuz ya! “Bizim Mahalle’nin” çocukları siz Müslümansınız diye sizin gazetenizi okuyorlar ya! Size güveniyorlar ya! Yahu siz Allah’tan korkmuyor musunuz? Utanmıyor musunuz?

Nasıl olsa “bizim mahalle’nin” çocukları sorgulamaz, anlamaz diye düşünüyorsunuz. E sonra? Sonra ne olacak?
Tek kelime ile yazıklar olsun. Tek kelime ile.

Ben şahsen insanlığıma sığdıramam. Böyle bir vebali taşıyamam Gider kafama sıkarım. İnsan böyle bir utançla yaşayamaz. Siz bu insanların yüzüne nasıl bakacaksınız?  Haklısınız, bunlar sizin bugün söylediklerinize de inanırlar. Cehaletin gözü kör olsun. Gerçekten böyle bir ortamda yaşamak istemezdim.

Yazıklar olsun. Yazıklar olsun. Yazıklar olsun.

 

Vicdanım Elvermiyor

Değerli dostlar,

 

Biliyorsunuz, iki adet yeni KHK (Kanun Hükmünde Kararname) yayınlandı. 695-696 sayılı KHK.lar.

 

FETÖ meselesinden dolayı yeni tutuklamalar yapıldı. Kış kıyamet günü, suçlu olup olmadıkları henüz belli olmayan insanlar sokakta aç susuz bırakıldı. (İki olaya şahidim. İstenirse onları da açıkça yazabilirim.)

Bu insanlar suçlu da olabilirler. Osmanlı devleti suçlu bulduğu memurlarını sürgüne gönderirken geride kalan ailelerine mağdur olmasınlar diye maaş bağlarmış.

15 Temmuz olayından sonra -ne hikmetse- devletin hassasiyeti arttı. Daha önce okullarına, yurtlarına, bankalarına izin verilen FETÖ kurumlarına, sistem içinde insanlar normal ilişkiler olarak girdi çıktılar. Bu müesseselerin açılışını yapan, ruhsatlarına imza atan, FETÖ’nin tertiplediği salon toplantılarında “Hocam, sıla hasretini biliriz, ülkene dön” diye ağıt yakanlar, hatta “Ne istediniz de vermedik” diyenler sütten çıkmış ak kaşık gibi tertemiz orta yerde duruyorlar. Devleti idare ediyorlar. Bir şekilde bu müesseselerle iltisaklı olmuş olanlar (bağlantı kuranlar) 15 Temmuz’dan sonra tutuklanıp, aylarca, yıllarca hapishanede tutuluyorlar.

Bu konuda iki dostum sürekli yazılar yazıyorlar. Buradaki haksızlığa dikkat çekiyorlar. Aman haksızlık yapmayın, aman hukuka dikkat edin diye uyarıyorlar.

Fahrettin Dağlı Üstadım aynen şöyle yazmış:

 

“Bakın şimdi size ilginç bir şey söyleyeceğim; Bugüne kadar yüz binlerce kişi ihraç edildi. Tayyip Erdoğan ve yakınındakilerin, bu ihraç edilenlerin hepsini tanıma, bilme, kendilerine isnat edilen suçları tartma, biçme imkanları olabilir mi?

Peki, kim bunları tespit edebiliyor ve suç takdiri yapıyor?

Daha ziyade ihbar müessesinin işletilmesi veya geçmişte şu veya bu şekilde bir yerlerle ilişki/iltisak içerisinde olma sebepleri üzerinden binlerce insan mağdur edilmektedir.

Hadi diyelim ki, müddeinin iddiaları dikkate değer… O zaman da her hukuk devletinde asıl olan, bu yerli veya yersiz suçlamalara karşı sanığa da kendisini savunma hakkı vermektir.

Nereden biliyorsunuz kesin suçlu olduklarını? Belki de makul savunmaları olacak? Ki kanaatim o ki yüz binlercesinin makul savunmaları olabilecek. Ama bunların hiç birine fırsat vermiyorsunuz.

İnsan bir haksızlık karşısında kaldığında, en azından şöyle bir umudu olabilir; mahkemeye giderim, hakkımı savunurum, bir mahkeme hakimi yanlış bir kararda bulunmuş olursa bir üst mahkemeye müracaat ederim ve orada belki benimle ilgili olumlu bir karar verilebilir. Ama şimdi, kişinin hakkını müdafaa edebileceği hiçbir makam bırakmıyorsunuz. İnsanları devletine, idare edenlerine karşı umutsuz ve biraz da nefretle dolduruyorsunuz.

Bu kadar haksızlık ve zulümle devleti nasıl ayakta tutacaksınız? Zulme meyletmenin bile cehennem ateşi ile karşılık bulacağı bir hakikat ortada duruyorken, bizatihi zulmün faili olmanın veya onu desteklemenin karşılığının ne olabileceğini düşünebiliyor musunuz?”

Değerli Üstadımın bu yazısını paylaşmıştım. Lütfen okuyunuz. Ben de çok manidar buluyorum. Devleti idare edenler şu anda bu konuda yanlış adımlar atıyorlar. Düştükleri hatadan uyanmalarını temenni ediyorum.

Ayrıca şunu da hatırlatmak istiyorum.

Toplumumuz içinde bu tutuklamalar sebebiyle küskün bir tabaka oluşmaktadır. Bu küskünlerin sayısı giderek artmaktadır. Bir yakınım tutuklanmıştı. Ablası ile konuştum. Aynen şunu söyledi: “Mikdat Bey, Menemşe romanınızda yazmıştınız ya! Rus askerleri gelip Ahıska’nın köylerinden insanları alıp götürüyorlar. Aynen bizimkileri de öyle alıp götürüyorlar!”

Bu ifadeye çok üzüldüm. Baktım ki çok bilenmiş. Devlete karşı öfke dolu. Böyle düşünenlerin sayısı toplumda daha da arttıkça yarın bu insanlar düşmana karşı vatanlarını savunmazlar. Bizden hatırlatması.

Size bir örnek vereyim:

Batı Roma İmparatorluğu’nu yönetenler, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında dini hassasiyeti fazla olan insanlara dinlerini yaşama hürriyeti vermiyordu. İnançlı toplum: “Neden bize dinimizi yaşama fırsatı tanımıyorsunuz” diyerek devletlerine küsmüşlerdi.

İşte devletlerine küsen bu toplum, Got’lar Roma’ya saldırdıklarında kendi devletlerinden yana olmadılar. Vatanlarını savunmadılar. Düşmanları kapılarından içeriye girince kadar bir şeye karışmadılar. Ve Batı Roma İmparatorluğu burnunun üstüne yere çakıldı.

Toplumumuzu lütfen ayrıştırmayın. Küskün tabaka meydana getirmeyin. Kozmopolitan hale gelen bu küskün tabakanın intikamı yarın çok kötü olur.

Vicdanım elvermedi. Bu hatırlatmayı yapmak istedim.

Elbette bizden söylemesi.

Allah devletimize, milletimize zeval vermesin.

Selam ve muhabbetlerimle.

21. Yüzyıl Haçlı Saldırılarını Önlemenin Şartları

 

 

Hiç düşündünüz mü ülkemizin ve İslam âleminin problemleri neden bu kadar çoktur? Türk Milleti niçin Çin Seddi’nden Viyana’ya kadar uzanan topraklar üzerinde 2200 yıldır yaşama mücadelesi vermektedir? Bu engin, bu uçsuz bucaksız coğrafya üzerinde hâkimiyet kuran ve bu coğrafya üzerinde yaşayan bir düzineden fazla millete altın çağlar yaşatan, yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi bu millet, neden üç yüz yıldır buhranlarla karşı karşıyadır? Bu kadar ilerlemeden sonra, bu kadar büyük zaferlerden, mücadelelerden sonra Türk Milleti neden Anadolu Yarımadası’na çekilmek zorunda kalmıştır?

 

İslam coğrafyasının neden baştanbaşa emperyalist güçlerin kontrolü altında olduğunu, barış ve demokrasi kültürünün, insan haklarının, hatta hayvan haklarının en şiddetli bir şekilde savunulduğu günümüzde bizim coğrafyamızın insanı neden emperyalistlerin dipçikleri altında cehennem hayatı yaşamakta olduğunu hiç düşündünüz mü? Coğrafyamız neden adaletsizlik, zulüm, sefalet, yokluk ve cehalet altında inlemektedir?

 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde yüz yıllarca bir arada yaşamış olan Doğu kültürünün mensubu milletler, imparatorluğun yıkılmasıyla dağılmıştır. Sistemli Haçlı saldırıları sonrası coğrafyamız lime lime edilmiştir. Batılıların kurmay aklı, ilmî metotları karşısında Doğu medeniyeti kendini savunamamıştır. Bu güne kadar da bu savunma gücünü hala elde edememiştir.

 

Endülüs’ü haritadan tamamen silen Batılı emperyalistler, Türk İslam coğrafyasını baştanbaşa istila etmek için 21. Yüzyıl Haçlı savaşlarını yeniden başlatmışlardır. Batı, bütün gücünü seferber ederek, Orta Çağ’da olduğu gibi yönünü yeniden Doğuya çevirmiş bulunmaktadır. Vaktiyle Papaların kışkırtmasıyla yirmi devletin birden Doğuya doğru harekete geçtiği gibi, bugün de aynı güçler yeniden harekete geçmiştir. Batılı emperyalistler bütün güçleriyle Doğunun üzerine fütursuzca yürüyor. Türk İslam coğrafyasının kontrolünü tamamen ellerine geçirmek isteyen, coğrafyamızı bütünüyle işgal etmek için planlar yapan, coğrafyamızı kan gölüne çeviren, Doğu medeniyetinin coğrafyasını baştanbaşa işgal eden Batılı güçlerin mutlaka durdurulması, geriye itilmesi gerekmektedir. Açıkça 21. Yüzyıl Haçlı savaşları yapan emperyalist güçlerin başlattığı bu kanlı işgalin kaldırılabilmesi için, Doğu medeniyetinin düşmana karşı direnme kültürünü yeniden kazanması gerekmektedir.

 

Emperyalist güçlerin önünde en büyük engel, tarihte olduğu gibi, yine Türk Milleti’dir. 1000 yıldır defalarca yapılan Haçlı saldırılarına Türk Milleti kahramanca direnmiştir. Kültür birliğimiz olan coğrafyayı yüz yıllarca Türk Milleti savunmuştur.

 

Türkiye Cumhuriyeti devleti bu görevi bu gün de yapabilir mi?

 

Türkiye jeopolitik ve Jeostratejik açıdan önem taşıyan büyük ve güçlü bir ülke. Bu büyüklüğe rağmen; Avrupa Birliği, ABD, NATO, Gümrük Birliği, Kıbrıs, Güneydoğu meselesi, Suriye meselesi ve benzeri bir düzine iç ve dış dinamik karşısında bocalıyor. Eski kuvvetli günlerimize sahip olmak için zaman zaman yaptığımız hamlelerin hiç biri sonuç vermiyor. Türk Milleti, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrası  Haçlılar karşısında mağlup olmuş, geri çekilmiştir. Ve Türk Milleti emperyalizmin yeni saldırılarına  karşı direnme konusunda hala kararsız ve çözümsüz bulunmaktadır.

 

Türklerin, Batı emperyalizmi karşısında yüz yıllardır çözümsüz kalışının sebepleri artık bilinmektedir. Türk Milleti’nin kurduğu büyük devletlerin Türk İslam alemini bütünüyle kucakladığı dönemlerde Batılı güçler bu coğrafyada bir varlık gösterememişlerdi. 2200 yıllık Türk ilerleyişini Batı ancak 20. Yüzyılda durdurabilmişti. Türk ilerleyişinin durdurulması Türk İslam coğrafyasının bütünüyle sefalete düşmesine, coğrafyamızın tamamıyla emperyalizmin çizmeleri altında kalmasına sebep olmuştur.

 

Batılılar, kendi kültür ve medeniyetlerinin yayılması, kendilerine ait olduğunu düşündükleri Türk İslam memleketlerinin topraklarını geri almak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamaktadır. İlimde, kültürde, sanayide ilerlemiş, her türlü buluşu da yaparak ellerine büyük fırsat geçirmiş bulunmaktadırlar. Her türlü saldırıyı yaparken aslında kendi topraklarını savunduklarını ileri sürmektedirler.

 

Bakınız Rene Grousset Batı medeniyetinin Haçlı saldırılarını meşru göstermek için nasıl bir analiz yapıyor: (Yılmaz Öztuna-Türkiye Tarihi-L.Empire du Levant, Sayfa 8-11)

İki asırdan fazla bir müddet zarfında (VII. Ve IX. Asırlar) Bizanslılar, Anadolu platosunu Arap istilalarına karşı olsun koruyabilmek için, sert bir mücadeleye giriştiler. Bu mücadele bugün biraz karanlıkta kalmış olmasına rağmen, Avrupa medeniyetinin istikbali için, birinci derecede mühim bir hadise idi. Eğer Bizans seddi yıkılsa idi ve Müslüman fethi 1453’te değil 673 veya 717’de gerçekleşse idi, henüz rüştünü idrak etmemiş olan Avrupa’nın hali ne olurdu? Hiçbir Rönesans hareketi mümkün olmaz, Avrupa, Yunan kaynağından kesilmiş bir vaziyette düşerdi. Bizans dahi, bir an acıklı savunma dakikaları yaşamış olmasına rağmen, X. Asırda, parlak medeniyetin beşiği idi; ordusunu düzenlemiş ve mukabil taarruza geçmişti. Bu mukabil taarruz, Nikeforas  Phocas, İoannes Tzimiskes ve II. Basileus ile, Kuzey Suriye’yi kazandı; büyük Antakya şehri, Urfa Mezopotamya’sı ve Ermenistan, bu Bizans fütuhatına dahildi. Bununla beraber bu yeni Roma fütuhatı, sağlam olmaktan ziyade parlaktı. XI. Asır ortalarında, birincisinden daha ağır olan ikinci Müslüman istilası karşısında çözüldü. Bu istila, Selçuklu Türklerinin fütuhatı idi. Araplar ancak Suriye’yi, Mezopotamya’yı ve Mısır’ı Yunanlılıktan kurtarmışlar ve yeniden Samileştirmişlerdi. Türkler ise, Küçük Asya’nın en büyük kısmını Yunanlılıktan ayırdılar ve Turanileştirdiler. 20 yıldan daha az bir müddet içinde, 1064’ten 1081’e kadar, Anadolu yarımadası, yeni bir Türkistan oldu. Avrupa’nın sınırları Ermenistan’dan Boğaziçi’ne çekildi. Türkler, İznik’te idiler. 1453, 1081’de gerçekleşiyordu. Batının müdahalesi, kaderi değiştirdi. Bozulan Bizans’ı takviye etmek, Asya’yı Avrupa’dan kazandığı yerlerden geriye itmek için Batı, harekete geçti. Bu, Haçlı Seferleri şeklinde tezahür etti. Demek istiyorum ki, Haçlı Seferleri, ne saf ideolojik bir teşebbüs, ne de fütuhat savaşları olarak telakki edilemez. Haçlı Seferleri, Asya’nın tehdidine karşı, Avrupa’nın savunma refleksini gösterir. Bu bakımdan, İskender’in teşebbüsüne ve Partlar’a karşı Trajan’ın, Sasanilere karşı Heraclius’un seferlerine benzer. Maksat Batı’nın müdafaası idi!

Batı ile Doğu arasındaki münasebetlerin tarihi, büyük ilerleme ve itilme hareketlerinin tekerrüründen ibarettir.

-Asya’nın ilerleyişi, Med harpleri ile durdurulur.

-Sonra Makedonya ve Roma karşı taarruza geçer.

-VII. Asırda Müslüman ilerleyişi vardır.

-X. Asırda Bizans’ın karşı taarruzu vardır.

-XI. Asırda Selçuklu Türklerinin ilerleyişi XII. asır HAÇLI SEFERLERİNİ  doğurur.

Osmanlı Türklerinin Bursa’dan Viyana’ya uzanan XIV.Asırdan XVII. Asra kadar olan ilerleyişi, 1912’de nihayet Edirne’ye kadar çekilmeleri ile neticelenir.

Yenilmiş ve Asya tarafından kıtasında tehdit edilmekte olan Avrupa, denizlerin hakimi olması yüzünden, Asya’ya karşı dönmek ve zararını telafi etmek imkanını bulmuştur”.

 

Evet, Doğu ve Batı medeniyeti arasında Milattan önceki yıllardan beri saldırılar, savaşlar, gel-git olayları hep yaşanmıştır. Toplumlar, “ileri gitmek” veya “geri çekilmek”, düşmanlarını yok ederek kendi medeniyetlerine daha geniş yaşam alanları kazandırmak, düşman tehlikesini ortadan kaldırmak için tarih boyunca savaşmışlardır.  Bu tablo yukarıdaki alıntıda aslında çok güzel dile getirilmiştir. Toplumların bu türlü tarihi gel-git faaliyetleri bu günde birebir yaşanmaktadır.

 

Görüldüğü üzere Türk Milleti’nin Anadolu’yu vatan yapma teşebbüsünü Batı, Haçlı Seferleri ile kırmak istemiştir. 11. Yüzyılda başlayan Türk ilerlemesini Batı ancak 20. Yüzyılda durdurabilmiştir. Türk Milleti’nin ilerleyişinin durdurulabilmesi ancak, Türklerin Doğudan darbe alması ile mümkün olabilmiştir. Moğol istilası, Ankara Savaşı, Türk İran savaşları sürekli Batılıların işine yaramıştır. Çünkü Doğudan darbe almayan Türkleri Batı asla yenemezdi. Ve hazindir ki günümüzde de Doğudan aynı darbeleri almaya devam ediyoruz. Batının, PKK problemini sürekli gündemde tutması, PKK ve benzeri terör örgütlerinin Batı tarafından sürekli desteklenmesinin amacı Türk Milleti’ne doğudan darbe vurmaktır.

 

Batı, yüzyıllarca tebaamız olarak bizimle birlikte yaşayan azınlıkları da çok güzel kullanmıştır, halen kullanmaya devam etmektedir.

 

Batı’nın Kıbrıs politikası, Ermeni politikası, Kürt politikası ve Arap Baharı adı altında İslam coğrafyasının bütününü hedef olarak yürüttüğü siyasî ve askeri harekâtının asıl ve nihaî hedefi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.  Ve en önemlisi; Balkanlarda vaktiyle bizim tebaamız olarak yaşayan, bugün de bizimle kültürel bağları bulunan, mutlaka bu bağların devam etmesi gereken Bosna-Hersek, Makedonya ve Batı Trakya’daki toplulukların zamanla asimile edilerek bizden koparılmak istenmesi, Türkiye’nin Batıdan da kuşatılması anlamını taşımaktadır. Batı’nın, tarihi süreç içinde yürüttüğü bu yeni manevralarının mana hedefi artık anlaşılmış olmalıdır.

 

– Nasıl önce Asya’nın saldırısı Med savaşları ile dengelenmiş ve akabinde Makedonya ve Roma karşı taarruza geçmişse,

– Nasıl yedinci yüzyıldaki Müslüman ilerleyişini Bizans kesmiş ve karşı taarruza geçmişse,

– Nasıl Selçuklu ilerleyişini HAÇLI SEFERLERİ durdurmuşsa

– Ve nasıl Osmanlı ilerleyişini yine HAÇLI SALDIRILARI ve Batı ittifakı durdurmuşsa;

bugün de “tarihsel ve toplumsal gel-git olayı” nın yeni bir süreci aynen yaşanmaktadır. Daha açık bir ifade ile Batı, Osmanlı ilerleyişini durdurup Osmanlı’yı Edirne’ye geri çekilmeye mecbur ettikten sonra, şimdi de kendi güvenliğini sağlamak için karşı taarruza geçmiş bulunmaktadır. Bunu böyle anlamak ve yorumlamak gerekir. Batının bu hedefini anlamak, yorumlamak, karşı tedbirleri almak hem Türk Milleti için, hem de İslam âlemi için hayatî önem taşımaktadır. Çağımızda halen yaşanan sıcak ve soğuk savaşların elbette bir hedefi vardır. İşte bu tarihi manayı ve mesajı alamayan toplumlar ve onların yöneticileri, farkında olmadan kendi ülkelerinin mukadder sonunu hazırlamış olmaktadırlar.

 

Türk ve İslam âleminin idarecileri, elitleri, aydınları muhakkak surette Batının halen yürüttüğü 21. Yüzyıl Haçlı saldırılarının hedefini anlamalıdır. Haçlıların hedefindeki Doğu medeniyetinin bütün idarecilerinin hain ve satılmış olduklarını düşünmüyorum. Sadece toplumsal geri kalmışlık, siyasî iradesizlik, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içerisinde bulunmaktadırlar.

 

Bu sorun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin liderleri, aydınları için de geçerlidir.

 

  1. Yüzyıl Haçlı saldırıları karşısında, özellikle Türk Milleti’nin, içinden mutlaka çağı yeniden yorumlayacak liderleri çıkarması gerekmektedir. Lider deyip geçmemek gerekir. Fatih olmadan İstanbul’un fethini, Mustafa Kemal olmadan İstiklal Savaşı’nı hayal edemezsiniz.

Haçlı saldırılarının mana ve hedefini anlayacak, bu savaşlara en seri ve en ideal şekilde toplumunu hazırlayacak, kaçınılmaz şekilde Haçlıların muhatabı olan coğrafyamızın bütün toplumlarının bu savaşları göğüsleyecek şekilde yeniden organize edecek yeni liderleri arasından çıkarması şarttır.

 

Türkiye Jeostratejik Oyuncu Olabilir Mi?

 

  1. Yüzyıl Haçlı saldırılarını önlemek için Türkiye Cumhuriyeti Devleti mutlaka “Jeostratejik oyuncu” olmalıdır. Batının tehdidi altındaki bütün Türk İslam âleminin önünde “oyun kurucu” bir devletin bulunması şarttır. Bu devlet Türkiye’den başkası olamaz.

 

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra bu coğrafyadaki hâkimiyet Batının eline geçmiştir. Batı, bütün enerji kaynaklarının denetimini eline almıştır. İdaresini eline geçirdiği ülkelerde işleri yolunda gitmiştir. Ama idaresini eline geçiremediği yerlerde savaş çıkarmakta, kan akıtmaktadır. Bu şekilde denetimi sağlamaya çalışmaktadır. Afganistan’da, Irak’ta, günümüzde Suriye’de sürdürülen savaşın anlamı budur. Afrika kıtasının Müslümanların yaşadığı bölgelerinde sürdürülen savaşların anlamı budur. Ve bu savaşlar gelecekte İran’ı, Pakistan’ı, çok daha önemli olarak da Türkiye’yi de içine alarak büyüyecektir.

 

Gerçekten de Türk İslam âleminde “oyun kurucu” güç henüz yoktur. Osmanlı Devleti’nin varlığının sona ermesiyle İslam âlemindeki dağınıklık had safhaya çıkmıştır. Sınırları cetvelle çizilen bölgemiz ülkelerinin bütün kurumları kırılgan olmuş, zayıflamış, aydın kesimin yaratıcılığı bastırılmıştır. Halkın birliği parçalanmış, etkili sivil toplum kuruluşlarının bazıları saldırgan emperyalist ülkelerin kontrolüne girmiştir. Osmanlının liderliğini kaybetmekle İslam âlemi paralel olarak yaygın bir durgunluk dönemine girmiştir. Batıdaki pervasız, cazip, sınır tanımayan yaşam tarzı, bizim coğrafyamızın insanının itikadını da zayıflatmıştır. Artık kişisel olarak insanlarımız zevklerinin inanılmaz esiri olmuş ve bu sebeple hiç kimse hayatını sınırlamak istememektedir. Böylece seçkinci aydınların popülist yaklaşımları artmaktadır. Emperyalist dünyanın kamçıladığı tüketim hırsı, şehvet düşkünlüğü vatan sevgisini çürütmekte, inançları zayıflatmakta ve insanlığı sürü haline getirecek şekilde her türlü manevi yaklaşımdan yoksun bırakmaktadır. Hayatlarını seve seve vatanları uğruna feda edebilecek olan bizim insanımız bile dünyevileşmekten kendini alamamaktadır.

 

Aydın kesim; üretici olmaması, kendisine ayrıcalık istemesi, gittikçe fikren sığlaşan halk kesimlerinin isteklerine göre kendilerini tanımlamaları, halkın isteklerine göre nabza şerbet vermeye başlamaları, Türk Milleti ve diğer Müslüman milletlerin kendilerini siyasi olarak nasıl tanımlayacakları konusunda tereddütler doğurmaya başlamıştır. İslam âleminin aydınları, Batının yaşadığı ve devamlı olarak bütün dünya insanlığına sunduğu modernizm ile Batının bizzat yaşadığı güncel deneyimleri kendi düşünce aleminde bir türlü mezcedememiştir. Batı medeniyetini ve Batının stratejilerini kavrayamama, böylece İslam dünyasının geleceği ile ilgili belir-sizlikleri artırmaktadır. Doğu kültürünün aydını Batının hâkimiyetinin nasıl aşılacağı konusunda ilmi arayışları denemeden, derin tefekküre girmeden, dogmatik, demagojik yollara sapmaktadır. Bazen de uzun süren propaganda sonucunda Batının değerlerini modernizm olarak görüp, bu değerleri ister istemez içine sindirerek kendi toplumu tarafından tanınmaz hale gelmektedir. Çünkü küresel iletişim araçlarını kendisi bulmadığı için bu araçları bulan ve iyi kullanan Batı kültüründen beynine darbe yemektedir. Böylece kendisindeki emperyalizm yanlısı değişimi anlamakta güçlük çekmekte ve zamanla Batının uyguladığı kitle eğitimine yenik düşüp, farkında olmadan Batılılaşmaktadır. Özellikle Türkiye aydınının bu prototip davranışı Türkiye Cumhuriyeti’ni Batı karşısında tecrit etmekte ve kendi ülkesini geri bırakmada çok olumsuz bir rol oynamaktadır. Hâlbuki Batı karşısında vaziyet alabilecek en keskin kültür Türk aydınının kültürü ve en tecrübeli kültür Türk milletinin kültürüdür. Haçlı saldırılarını göğüsleyecek çapta tarihî, siyasî, askerî birikim Türk Milleti’nde vardır.

Halen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yere ve zamana göre tespit ettiği güçlü, bağımsız, egemen ve bölgesine hakim olacak şekilde geliştirdiği stratejileri var mıdır? Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti Jeostratejik oyuncu olabilir mi? Bunun hazırlıkları var mıdır? Böylesine büyük bir potansiyeli taşımasına rağmen, Türkiye yöneticilerinin zaafları devletimizin 21. Yüzyıl Haçlı saldırılarını göğüslemede gerekli hazırlığı yapmasında büyük engel teşkil etmektedir.  Bir devletin elbette müttefiklere ihtiyacı vardır. Ancak, Türk İslam âleminin öncüsü bir millet olarak, seçtiğimiz Batılı müttefiklerle, deniz aşırı müttefiklerimizle, gerçekten ortak paydalarımızın, ortak menfaatlerimizin olup olmadığını liderlerimiz henüz tam olarak anlamış değildir. İlişkilerimiz daima kuvvetli müttefik karşısında ikinci planda kalan, ne istenirse kusursuz bir şekilde emre amade olan, idarecilerimizin kuvvetli müttefiklerin idarecilerini kutsadığı, azatsız emir erleri haline geldiği bir ilişkiler zinciri içinde sürdürülmeye devam etmektedir. Bu da devletimizin Jeostratejik oyuncu olması sürecini uzatmaktadır.

 

600 yıl Avrasya’yı idare eden Türk Milleti’nin 300 yıllık geri çekilişinden sonra şimdi, 21. yüzyılda gerçekten zengin, kalkınmış, kuvvetli müttefiklerin, büyük savaşların galip devletlerinin tasallutundan kurtularak kendisine yeni bir perspektif çizme imkânına sahip olması mümkün müdür? Türkiye Devleti, tarihteki “Kural Koyma” nöbetini yeniden devir alabilir mi?

 

Bağımsız, egemen ve büyük devlet olma stratejisi izleme, büyük müttefiklerin, ideolojik hedefleri olan kuvvetli müttefiklerimizin ve komşularımızın kural tanımaz hedeflerini boşa çıkarma konusunda devlet ricalimizin yeterli kabiliyet, kapasite ve hür iradeleri henüz bulunmamaktadır. Türk İslam âleminin liderleri henüz bu tarihî görevin manasını kavrayamamışlardır.

 

Netice olarak şunu ifade etmek gerekir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve İslam aleminin liderleri, Arap Baharı veya başka adlar altında yürütülen 21. Yüzyıl Haçlı saldırıları karşısında uyanıp hatalarını terk etmesi ve bu saldırıları göğüsleyecek yeni tedbirler alması ile bağımsızlıklarını sağlayabilirler. Geleceğimizi ancak böyle kurtarabiliriz.

İnanıyorum ki, öncelikle Türk Milleti, Batılıların bölgemizde yaptığı kuşatmayı yaracaktır. Bu orantısız kuvvet dengesi karşısında yeni dengeleri Türk Milleti mutlak surette kuracaktır. Batılı emperyalistler, yeni kural koyucu olarak, yeni STRATEJİK OYUNCU olarak Türk milletinin tarihin sahnesine çıktığını anlayacaktır. Beş bin yıllık mazisi olan Türk Milleti’nin toprakları üzerinde egemen olunamayacağını anladığında Batı için çok geç olacaktır.

Türk milletinin, sabrını ve suskunluğunu zayıflığına yorumlayan düşmanları her zaman pişman olmuşlardır.

 

  1. Yüzyıl Haçlı saldırılarını önlemede öncelikle alınması gereken tedbir önerilerimizi aşağıda sunuyoruz.

 

  • Türk Milleti’nin 1000 yıllık Avrupa (Batı) politikası incelenmeli ve ona göre yeni stratejiler belirlenmelidir. Türk Milleti’nin “devlet geleneği” iradesi asla kaybolmamalıdır.

 

  • Batı, Avrupa Birliği politikaları ile “Pan Europa” stratejileri uygulamakta ve Türkiye’nin kaderini yeniden tartışma konusu yapmaktadır. Bu yeni tartışma Türkiye topraklarında değil Avrupa’da yapılmalıdır. Türkiye’nin 21. yüzyıl Haçlı seferini Anadolu topraklarında karşılama politikası yanlıştır.

 

  • Türkiye’nin her konudaki zaferi bütün İslam alemini, Balkanları, Kuzey Afrika’yı ve Orta Asya’yı bugün de sevindirir. Adımlar buna göre atılmalıdır. Yeni ittifak arayışlarına buna göre girilmelidir.

 

  • Strateji belirlerken, “vatanın savunulması” ve sömürgeci Batı dünyasına karşı “topyekün duruş” esas alınmalıdır. Bu, öncelikle kendi kültür ve medeniyetimizin aşkla, sevgiyle, heyecanla ve imanla benimsenmesi ile mümkündür.

 

  • Vaktiyle Papaların kışkırttığı Avrupa nasıl ittifak halinde Haçlı Seferleri’ne katılmış ve bu ittifaklar milletimiz tarafından bozulmuş ise şimdi de Batının tüm ittifaklarını bozmak şarttır. Batının yapacağı yeni “kutsal ittifaklar” önlenmelidir. Bu açıdan bakıldığında Vatikan ile Fener Patrikhanesi’nin ittifakını önleyememek devletimiz için büyük zaaf olmuştur. Batı, yeni “yüz yıl savaşları” ve “otuz yıl savaşları” yaparsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti rahat nefes alabilir. Bunun en basit bir askeri prensip olduğu unutulmamalıdır. Batının iç savaşlara sürüklenmek için birçok sebebi vardır. Aralarında derin çatlaklar vardır. Bu unutulmamalıdır.

 

  • “21. yüzyıl Haçlı seferi sadece ideolojik bir teşebbüs ve Anadolu’yu zapt etme gayreti değildir”. Doğu kültürlerinin tümünü imha etme ve Avrupa’nın savunmasını ve güvenliğini sağlama gayretidir. Bunu gözden uzak tutmamak gerekir.

 

  • Batı, yüzyıllarca doğu bölgemizde bize karşı müttefikler bulmuştur. Bu gün de bulmaktadır. Batının bizim bölgemizde, bizim kültür havzamızın milletlerini bize karşı kullanmaktadır. Bu ittifaklar da kesinlikle önlenmeli, bozulmalıdır. Doğudaki halklar uyandırılmalıdır. Kendi milletimizin çocukları dahi Batı ile ittifak halindedir. Devlet bu kadar aciz olamaz, kendi çocuklarını düşmanın safına itemez. Bu hata öncelikle ve önemle telafi edilmeli, Türk Milletinin, doğulusu ve batılısı ile tek vücut bir millet olduğunu dost-düşman bütün dünyaya göstermelidir. Devlete küskün, kozmopolitan bir topluluk meydana getirmemelidir. Unutulmasın ki Batı Roma Devleti böyle bir kozmopolitan bir topluluk meyana getirmesi sebebiyle yıkılmıştır.

 

  • Asya’dan tehdit edilmeyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Birleşmiş Avrupa tarafından kesinlikle yenilmeyeceğini” tarih göstermiştir. Bu sebeple öncelikle Asya’dan gelebilecek tehdit ve ihanetleri önlemek gerekir.

 

  • Fatih Sultan Mehmet Han, 20 devletle birden savaşa girmiş, galip çıkmıştır. Hepsini yenmiştir. Düşmanlarının hepsiyle harp halinde olduğu halde, birleşmelerine meydan vermedi. Bu prensip bugün de devlet politikası olarak uygulanmalıdır.

 

  • Çağımızda; modern, hiçbir gücün bilmediği, görünmez, üstün bir silah teknolojisine sahip olmadan itibarlı bir devlet olmanın, caydırıcı güç olmanın imkânı yoktur. İstanbul’un fethi, Otlukbeli, Çaldıran, Mohaç ve Preveze savaşlarında kullanılan silahların o gün arz ettikleri hayati önemi bugün de anlamalıdır. Düşmanın sabit toplarla savaştığı dönemde Türk Milleti topu 360 derece döndürerek savaşıyordu. Düşman henüz bunu bilmiyordu. Bugün bu tip tedbirlerin alınması, Anadolu’nun savunması için, Haçlı saldırılarının önlenmesi için şarttır. Bizim milletimiz bugünün önemli, caydırıcı silahlarını üreteceklerdir, bulacaklardır. Buna inancımızın tam olması ve teşvik edilmesi gerekir. Nükleer santralleri bir an önce kurmalıyız. Türkiye Devleti’nin bütün devletlerden önce bunu yapmaya hakkı vardır, buna mecburdur. Yemeyip içmeyip üstün teknolojilere mutlaka sahip olmamız gerekir. Mutlaka yüksek teknolojiyi kurup kendi silahlarımızı üretmenin yollarını bulmalıyız.

 

Bu konuda, devleti yeniden “ihya” eden, orduyu modernleştiren, donanmayı yükselten bazı Osmanlı padişahlarının (Sultan Abdülaziz) “hal” edildiğini dikkate alarak hareket etmek gerekir.

 

  • Türkiye Devleti’nin başında, Haçlı saldırılarının hiç bitmeyeceğini bilen idarecilerin bulunması şarttır.

 

  • Orta Doğu’nun yeniden tanzimi Batılıların eline bırakılamaz. Burası Türk Milleti için hayati önem taşıyan bir bölgedir. Bu bölgenin koordinasyonu Batılılara değil, Osmanlılar döneminde olduğu gibi, şimdi yine Türk Milleti’ne ait olmalıdır.

 

  • Öncelikle Devletin içine düştüğü çıkmazları, bozulan müesseseleri bir bir ve çok acil olarak düzeltmek gerekmektedir. Yavuz Sultan Selim’in ve IV. Murat’ın aldığı tedbirler bu açıdan bakıldığında çok önemlidir ve örnek olmalıdır. Bir suikastla bütün müesseseleri sarsılan, neredeyse çökecek halen gelen, pamuk ipliğine bağlı bir devlet görünümü vermek son derece yanlıştır. Ajanların, provokatörlerin, bazı köşe yazarlarının ipe sapa gelmez değerlendirmeleri sadece bir “fikir özgürlüğü” anlamında dikkate alınmalıdır. Türk Milleti’nin bunlara itibar etmemesi gerektiği değişik vasıtalarla ilan edilmeli ve gerekirse devlet aleyhinde olanlar teşhir edilmelidir.

 

  • Doğu, tarihinden getirdiği bütün mirasını yediğini ve artık harekete geçmek gerektiğini bilmelidir. Bunu,  Doğu alemine bir şekilde anlatmanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin en asli ve tarihi görev ve sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır.

 

  • Türk Milleti’nin aydını, zaaflarını, çekingenliklerini, ezikliklerini yenmeli, Batılılar karşısında düştüğü kompleksi atmalıdır. Batı kültür ve medeniyetine aşık olmaktan vazgeçip kendi değerlerini yüceltmenin yollarını aramalıdır. Türkiye elitleri şaşkın davranmamalıdır. Şaşkın davranmanın zamanı değildir.

 

  • Devlet adamı yetiştiren üniversiteler ve bir METODOLOJİ ENSTİTÜSÜ mutlaka kurulmalı ve o kurumlarda Türk Milleti’nin hedefleri gelecek nesillere tarihi bir perspektif anlayışı içinde aktarılmalıdır. Bu enstitülerde, kendi medeniyetimizin doktrin ve metotları ilmi manada işlenmelidir. Türk Milleti’nin mukadderatını değiştirecek fikrin öncüleri, düşünürleri mutlaka yetiştirilmelidir.

 

  • Günümüzde “ekonomi” en büyük silah olarak kullanılmaktadır. Tarım ülkesi olan Türkiye Devleti’nin buğdayını dahi ithal etmesi bu savaşın hangi kertelere geldiğini göstermesi bakımından önemlidir. O halde, ekonominin iyileşmesi ve gayri safi milli hasılanın yükselmesi çok önemlidir. Bunun için ne kadar gayret gösterilse azdır. Yurtdışından genetiği bozulmuş tohumu dahi ithal eden Türkiye Devleti’nin, geleceğin büyük devleti olması ihtimali asla yoktur.

 

  • Zengin maden yataklarımızın kullanılması aslında son derece stratejik bir meseledir. Kendi madenlerimizin nasıl kullanılabilir hale getirilebileceği mutlaka araştırılmalıdır. Yer altında yatan servetimizin bizi tarihin yeni ufuklarına büyük devlet olarak taşıyacağı ve düşündüğümüz “Tarihe verilen randevuya – Kızıl Elma’ya” Türk Milleti’ni ulaştıracak potansiyel servet olduğu unutulmamalıdır.

 

  • Yıldız savaşlarına hazırlanmayan bir Türkiye Devleti’nin geleceğin büyük devletleri arasına girme şansı yoktur. Bunun için özellikle bilgi teknolojisini, veri tabanlarını, işletim sistemlerini kendimiz kurmalı, programları kendimiz yazmalı ve yabancı teknolojilere bağımlı olmaktan kurtulmalıyız.

 

  • Ve çok daha önemli olarak; Türk Milleti’nin evlatlarının, kendi devletine olan güven ve bağlılığının asla sarsılmamasına dikkat etmelidir. Kendi kültür ve medeniyetimizin propagandası –şartlar ne olursa olsun- bir an bile kesilmemeli, Türk Milleti’nin çocukları yabancı medeniyetlerin kültür emperyalizmine maruz bırakılmamalıdır.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Jeostratejik Oyuncu olması ile İslam alemine öncülük etmesi bu coğrafyanın çok önemli bir mecburiyetidir. Türk aydınının önümüzdeki yeni çağa damgasını vuracak politikaların, sosyal sistemlerin oluşması konusunda yöneticilere dünya kadar doküman sunması gerekmektedir. Unutulmamalı ki, İttihat Terakki’nin başarılı olamamasının yegâne sebebi, önlerinde bir “aydın kadro” nun olmaması idi.

 

Son söz:

 

“VE BİZİM ORDUMUZ MUTLAKA GALİP GELECEKTİR” Saffat Suresi, 173

 

 

 

 

Kudüs Sorunu İle İlgili Düşüncelerim

Kendimde Devlerin Gücünü Hissediyorum

          İsrail devletinin kurucusu Theodore Herzle’e.

 

1853-1856 yılları arasında yapılan Kırım Savaşı’nın çıkış sebebinin Kudüs olduğunu biliyorsunuz.

Rusya, Osmanlı Devleti’den her üç büyük dinin kutsal saydığı Kudüs’ün kontrolünün kendisine verilmesini ister. Bunun için Prens Mençikof başkanlığında bir heyetle Osmanlı Devleti’ne nota verir. Osmanlı yöneticileri bu notayı uzun süre müzakere ederler. Ve sonunda nota reddedilir. Bunun anlamı; Kudüs’ün kontrolünün Rusya’ya verilesinin reddedilmesi idi.

 

Nota reddedilince Rusya Romanya cephesinde Tuna Nehri’ni geçerek Osmanlı topraklarına asker çıkarır. Savaşı başlatır. Balkanlardaki Osmanlı ordusunun komutanı Müşir Ömer Paşa Ruslara şiddetle karşı koyar ve Rus Ordusu’nu Tuna’nın doğusuna atmayı başarır. Ruslar bu defa, Osmanlı Devleti’nin yumuşak ve zayıf karnı olan Kafkaslardan aşağı inmeye çalışır. Abdurrahman Paşa, halka, kılıcına ve üniformasına dokunulmaması kaydı ile Kars şehrinin anahtarını Ruslara verir.

Bu durum karşısında Osmanlı yönetimi Batı ittifakına ihtiyaç duyar. Bunun için tehlikenin büyüklüğünü Batılı devletlere anlatmalıydı. Birkaç ticaret gemisini askerî renge boyayıp, donanma sanılsın diye Sinop limanına, Ruslara yem olarak bırakırlar. Rus donanmasını Osmanlı donanması sandığı bu filoyu batırmak için bombalamaya başlar. Tabii ki gemileri batırır. Sinop’ta yaklaşık 2000 kişi şehit olur.

Rusların bu saldırısını Batıya anlatan Osmanlı yönetimi, Fransa’nın ve İngiltere’nin desteğini alır. Fransa kralı İngiltere’yi savaşa girmeye ikna eder. Batılı ülkelerin amacı Rusların Akdeniz’e inmesini engellemektir.

Ve öyle olur. Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı Rusları geri atar. Rusların Akdeniz’e inme hevesi gerçekleşmez.

 

Sorunu Paris Konferansı’nda çözerler.

 

Bu tarihi olayı hatırlatmamın sebebi yine Kudüs tabii ki…

Bir 1853 yılında Kudüs’ü Ruslar istemişti. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri istiyor. İsrail adına istiyor.

Anlaşılacağı üzere bu çok büyük tarihi bir sorundur. Hem de en büyük müttefikimiz olan ABD bugün bizden mukaddesatımızı istemektedir.

 

Türkiye’nin 1940’lı yıllarda “İkili Anlaşmalar” imzaladığı, ittifakına girebilmek uğruna Kore’ye asker gönderdiği, başlangıcından beri bütün düşmanlarımızla ittifak yapan, onlara silah veren, Muavenet gemimizi vuran, ülkemizdeki bütün ihtilallerin baş organizatörü olan, FETÖ harekâtının mimarı, 15 Temmuz darbe girişiminin baş aktörü olan, dünyanın en büyük hegemonik gücü ABD, bütün İslam âlemini ayağa kaldıracak yeni bir karar aldı. İsrail’deki büyükelçilik binasını Kudüs’e taşıyacak! Bunun anlamı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımak!

 

Doğal olarak Türk Milleti’nin çocukları bu karar karşısında infiale kapılmış bulunmaktadır. Halen Türkiye’de ve tüm İslam âleminde protestolar devam etmektedir.

 

Kurulduğu günden beri hemen hemen dünyadaki bütün savaşlarda yer alan, gerektiğinde Rusya ile Çin ile Avrupa Birliği ülkeleri ile anlaşabilen ABD, dünyada büyük bir hegemonya kurmuştur. Ortadoğu’da, Balkanlar’da Büyük İsrail Devleti kurmak için mücadele etmektedir. Bugün büyükelçiliğini Kudüs’e taşımak istemesinin sebebi yine büyük İsrail Devleti meselesidir.

 

 

Neden İsrail?

 

Neden dünyanın her yerinde yeni İsrail’ler? Neden Irak, Kosova yeni İsrail olacak! Medeniyetler çatışacak ve petrol coğrafyası mı denetim altına alınacak? Neden?

 

Bu satırların okuyucuları bu soruların afakî sorular olmadığını hemen anlayacaklardır. Türk Milleti “Neden İsrail” sorusunun cevabını çok iyi bilmektedir.

İnsanın, dünyamızın bugünkü süper gücünün böylesine fantastik ideallere vasıta olduğuna inanası gelmiyor. Ancak; bu üstün teknolojinin beyni, bu beynin arkasında yatan düşünce, dünya düzeninin nasıl olacağı, kullandığı sınırsız sermaye, kullandığı askeri güç, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, NATO gibi önemli kurumlara olan hâkimiyeti ve bütün dünyada sağladığı hegemonya gösteriyor ki, evet, gerçekten İsrail, gerçekten aslında iki bin yıllık mistik Tevrat şeriatı! Ve bu muharref Tevrat şeriatı düşüncesinin dünya hâkimiyeti! Bütün insanlığın sürü, ama kendilerinin efendi olduğu dünya hâkimiyeti! İşin ucunu getirip getirip İsrail’e ve tabii Siyonizm’e bağlamak fantezi değildir. Başlangıcından beri insanlığın yaşadığı inkılâpların, ihtilallerin ve savaşların hemen çoğunda bu düşüncenin damgasını bulmak mümkündür.

 

Yahudi ideallerinin tarihteki birçok olaya damgasını vurduğu gibi, günümüz dünyasında da etkisi aynıdır. Olaylar detaylı analiz edildiğinde, çatışmaların kahramanları birebir araştırıldığında görü-lecektir ki, gerçekten dünyamızdaki emperyalizm bugün ABD tarafından, o da Siyonizm tarafından sevk ve idare edilmektedir.

 

ABD’nin dünya hegemonyasını elinde tutmak istemesinin sırrı burada gizlidir! Yahudi mistisizmini anlamadan emperyalizmin gerçek mana ve hedefini anlamak mümkün değildir. Dünya insanlığının, bu “mana ve hedefi” anlamadan emperyalizme karşı mücadele edebilmesi hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Amerika Birleşik Devletleri halklarının bu olup bitenlerin manasını anlaması, neden ülkelerini bir avuç Yahudi’nin idare ettiğini, neden aç ve sefil yaşadıklarını, neden dünyanın her tarafında yapılan savaşlarda kendi çocuklarının ölüp gittiklerini anlamaları ise hiç mümkün olmayacaktır. Amerika Birleşik Devletlerini bir avuç insan, pek az bir zekâ idare etmektedir. Bu bir avuç insan ise dünyayı! Aslında dünyayı idare eden Yahudilerden başkası değildir. Siyonizm’in ve bugünkü İsrail’in kurucusu Theodore Hertzle aynen şöyle söylemektedir:

 

         “Gerçi çok hayret verici bir şeydir ama ortada bir hakikattir ki, dünyayı pek az bir zekâ idare etmektedir.”[1]

 

Dünyayı pek az bir zekâ idare etmektedir! Vaktiyle Filistin topraklarından yer isteyerek İsrail devletini kurmaya çalışan, bunun için “aslanın ölmesini bekleyen” (Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını) Yahudilik bunu başarmıştır. Şimdi ise eline geçirdiği ABD gibi çok büyük bir güçle bütün dünyayı hegemonyası altına almaya çalışmaktadır. Ama bir farkla, artık Theodore Hertzle döneminin büyük devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını beklemek gibi bir mecburiyet yoktur. Yani “aslanın ölmesini” beklemek gerekmiyor artık. Şimdi aslanın yerine ikame edilen devletçikler birer birer yok edilerek yola devam edilmeye çalışılıyor. Bunun için, şu anda yüksek teknolojiyi elinde bulunduran, dünyanın bütün zenginliklerine hâkim olan ABD’den daha uygun bir vasıta olamazdı. Amerikan halklarının servetinin nasıl soyulduğunu ve kendi idealleri için kullandıklarını aşağıdaki düşünceler ifade etmektedir.

Yine Theodore Hetzel’den okuyalım:

 

         “Eğer paraya yapışmışsak bunun sebebi paraya yapışmaya mecbur edilişimizdir. Öte taraftan da her an servetimizin yağma edileceği endişesini taşıdığımız için servetimizi saklamak ve kaçırmak yollarını düşünmüşüz. İşte bizim parayla münasebetimiz böyle doğmuştur.

 

         Biz halktan parayı sızdırıyoruz. Sonra onu bizden çalıyorlar. Bu sebeple, ıstıraplarımız, çektiklerimiz bizi çirkinleştirmekte ve daha önce asil olan karakterimizi bozmaktadır. Zira biz de bir zamanlar memleketlerini silahlarıyla korumasını bilen bir millettik. Ve muhakkak ki çok sağlam bir millettik, zira iki bin senedir katlediliyoruz ama imha edilemiyoruz.”[2]

 

Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Filistin topraklarında bir İsrail Devleti’nin kurulması için çok uğraşan İsrail’in kurucusu Theodore Hertzle, bu düşüncesini iman haline getirmiş ve şunu söylemişti:

 

Kendimde devlerin gücünü hissediyorum.[3]

 

İki bin yıldır mücadele eden, önce Nil’den Fırat’a uzanan toprakları elde ederek, daha sonra da bütün dünyayı hâkimiyeti altına almaya, Tevrat Şeriatını dünya milletlerinin temel inancı haline getirmeye çalışan Yahudilik, işte şimdi tam manasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin idaresini ellerinde bulundurmakta ve bu ülkeyi dünya hegemonyası için kullanmaktadır.

 

Bu durumda Amerikalıların şu önemli soruları cevaplamak gerekmektedir:

 

1) Amerika Birleşik Devletleri’nin idaresini eline geçirmiş olan bu “bir avuç zekâ” yaklaşık üç yüz milyonluk Amerikan halkını nereye kadar aldatacak? El altından İsrail’e akıtılan sermayenin doğurduğu “krizi önlemek” için ne zamana kadar halkını sömürecek?

 

2) Bu “bir avuç zekâ”, malumdur ki, Amerika halklarını aldattığı gibi dünya insanlığını da kandırmaktadır. Acaba insanlığı; uyuşturucularla, cazip müzikler, yiyecekler, içecekler, giyecekler, şatafatlı eğlenceler ve bir sürü rezil alışkanlıklar kazandırarak nereye kadar oyalayabilecek?

 

3) Bir sosyal sistem, bir ekonomik program olarak nasıl Komünizm bitmişse bugün Kapitalizm de bitmiştir. Düşünce ve inanç boşluğu içine düşen, yüzyıllardır dinden dine, mezhepten mezhebe savrulan, bu sebeple yüzyıllarca savaşan Batılılar bundan sonra hangi inanç ve ekonomik programlarla meşgul edebilecek? Beynini boşaltıp, sürü haline getirdikleri Batılı insan, insan olduğunu anlarsa, haklarını anlarsa ve gerçek adaleti, insanlığın son ve asıl medeniyetinin ne olduğunu anlarsa, insanlığın bu asıl medeniyete kucak açmasını yeni savaşlarla, yine milyonlarca insanın ölümüyle mi durduracak Amerikan Emperyalizmi?

 

4) Terörle hiçbir devletin önü kesilemez. Terör devletler için caydırıcı bir kuvvet olamaz. Ancak; muhakkak ki hegemonya altına alınan dünya milletleri, özellikle İslam alemi, bu milletlerin elitleri bir gün uyanacak, her türlü vasıtayı kullanarak Amerikan hegemonyasından kurtulmaya çalışacaktır. Amemrikan 11 Eylül’ü buna çarpıcı bir örnektir. Dünyadaki bu uyanış Amerikan halklarının da uyanışına sebep olacaktır. Kendi halkını dahi aldatan, “bir avuç zekâ” nın peşinde, Siyonist ideallerin peşinde koşan, zaten kendi yarattığı kâğıttan kaplandan korkan, bu korku ile üstün silah gücüne dayanarak ayakta durmaya çalışan Amerikan yönetimi, kendi halkı ve dünya milletleri uyanırsa, İslam alemi uyanırsa, bu uyanışı nasıl durduracak?

 

5) Şimdi ABD’nin bütün dünyada müttefikleri var. Türkiye’de de cuntaları ve Beşinci Kol Kuvvetleri var. Dünyanın her yerinde devşirdiği devlet adamları ile sivil toplum kuruluşları ile gazetecilerle ve doğrudan kendi istihbarat örgütlerinin elemanları ile mevcut otoritesini korumaya çalışıyor. Rusya, Japonya, Çin (en az iki nesil), Hindistan… Bunların hiç birinin Jeostratejik Oyuncu olarak ABD’nin karşısına çıkamayacağını ve dolayısıyla Amerika’nın dünya hegemonyasının daha uzun bir müddet devam edeceğini hesap ediyor.

 

Karşımıza çıkabilecek gerçek Stratejik Oyuncu Avrupa Birliği olabilir” diyorlar. Bu sebeple Avrupa Birliği ile ittifak kurmaya çalışıyorlar.

Nereye kadar?

Avrupa siyasi bütünlüğe doğru yavaşça yol almasına karşın, artan ekonomik gücü ele alındığında, Amerika, Avrupa ile samimi bir ortaklık kurabilir mi?”[4] diye soran ABD değil mi? Bu samimiyetsizliğe Avrupa güvenecek mi?

 

6) Tıpkı Türk milleti gibi, özgürlüğü şiar edinmiş olan Almanya ve Japonya, halklarının uyanışını daha ne kadar kontrol altında tutabilirler. Asil Alman milleti ve hiçbir şeyden korkmayan Japon milleti Amerika’nın hegemonyası altında bulunduklarını kavrayıp, özgürlükleri için mücadele etmeyi göze alırlarsa, bu milletleri yine atom bombası ile mi dizginlemeye kalkacaktır. Böyle bir uyanma durumunda ABD hangi tedbirleri alacaktır?

 

7) Amerika Birleşik Devletleri’ni meydana getiren nüfusun homojen bir nüfus olmadığı malum. Hem ırk olarak, hem medeniyet olarak, hem tarihi aidiyet olarak, hem bölge olarak çok farklı bir mozaikten millet çıkarmaya çalışıyor. Bu mümkün müdür? Ayrılma isteklerini artık açıkça dile getiren eyaletlerin halklarını ABD daha ne kadar birlik içinde tutabilecek? Şimdiye kadar hiç kaybetmemiş olan ABD kaybetmeye başlarsa, zorla bir arada tuttuğu eyalet halkları “tamam, buraya kadar” derse, birlikten ayrılmayı isteyen bu hakları daha uzun süre birlik içinde tutmayı başarabilecek midir?

 

8) ABD’yi kendi idealleri için kullanan bu “bir avuç zekâ”, malumdur ki, bütün dünya milletlerinin iç dinamikleri ile oynuyor. Durum tersine döner de, pamuk ipliği ile tutan kendi iç dinamiklerini birileri harekete geçirmeye çalışırsa ABD ne kadar süre daha ayakta kalabilecek? İngilizce konuşmayı reddeden 30 eyalet halkını nasıl bir arada tutacak? Meksikalıları nasıl durduracak? Amerika ve Meksika savaşının kaçınılmaz olduğunu kendi düşünürleri dile getirmektedir. (Gelecek Yüzyıl, George Friedman)

 

9) Birileri ABD’nin iç dinamikleri ile oynayıp ta, bundan iki yüz yıl önce nüfusu on milyon olan Kızılderililerin bugün neden sadece dört buçuk milyon olarak varlığını koruyabildiğini, bu nüfusa ne olduğunu sorgulamaya başlarsa acaba bu Kızılderili soykırımını nasıl izah edecekler?

 

10) Milletler uyanırsa; el âlemin Ermeni tehciri, el âlemin PKK’sı, el âlemin petrolü, altını, gümüşü, bor’u, pamuğu, suyu ve en önemlisi el âlemin hayatı ile oynamaya daha ne kadar devam edebilir Amerika Birleşik Devletleri?

 

11) Türk Milleti uyanırsa, Türkiye Devleti’nin yöneticileri dirsek çevirirse, İslam alemi ve bu dünyanın yöneticileri ihanetten vazgeçip ABD’ye karşı büyük bir ittifak içine girerlerse ABD dünya hegemonyasını nasıl sürdürecek?

 

 

         ABD Dünya Hegemonyasının Sonuna Gelmiştir, Amerikan Çağı’nın Sonudur.

 

Osmanlı Devleti’nin kurmay heyeti II. Viyana kuşatmasında hata yapmıştır. Eğer Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kurmay hatası olmasaydı, Kırım ordusu Tuna’dan çekilmeseydi belki Viyana alınacaktı, belki Osmanlı Devleti bugün daha güçlü bir imparatorluk olarak yaşıyor olacaktı! Ama II. Viyana’da aldığı mağlubiyetle Osmanlı İmparatorluğu sonun başlangıcına geldi. Ulaştığı en büyük imparatorluk zirvesinden geriye döndü. Ve şu anda Osmanlı İmparatorluğu yok!

 

İşte bu, milletlerin kaderidir. Nasıl canlılar en sağlıklı göründükleri zamanlarda bile vücutlarında hastalık mikroplarını taşıyor olabilirlerse, devletler de böyle en kuvvetli oldukları zamanlarda, hiç beklenmedik bir anda darbe yiyebilirler, tarihin sahnesinden çekilebilirler. Devletler de bünyelerinde her zaman yıkılmanın tohumlarını taşıyor olabilirler. Yıkılan bütün devletlerin kaderlerinde işte böyle kurmay hataları vardır.

 

Bütün diğer imparatorluklar, yıkılan bütün devletler ve tarihin sayfalarında sadece adları kalan milletler için Azrail hiçbir zaman beyaz atın üzerinde bir prens gibi gelmemiştir.

 

Milletlerin de bir eceli vardır. Ve ABD de mutlaka mukadder sonunu yaşayacaktır. Bu tarihin hükmüdür. Asla bu hükümden kaçamaz.

 

Acaba 11 Eylül saldırıları da Amerika Birleşik Devletleri’nin “II. Viyana”sı olabilir mi?

 

Neden böyle düşünmüyoruz!

 

Bu saldırıları Amerikan kurmay heyetinin bizzat kendisinin planladığını iddia eden analistler var. Daha sonra Irak’a, Afganistan’a yapılan müdahale bu tezi doğrulamaktadır. İşte bu da Amerikan kurmay heyetinin hatasıdır. Bize göre 11 Eylül saldırıları Amerika’nın II. Viyana’sıdır.

 

Kimilerinin Irak’a müdahale edebilmek için ABD’nin kendisinin düzenlediğini iddia ettikleri 11 Eylül saldırısı, ne olursa olsun, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin dönüm noktasıdır. ABD gibi büyük devlet elbette terör ile dize getirilemez. Ayrıca terör herkes tarafından kınanması gereken bir vahşettir. Kimse onaylayamaz. Ancak; 11 Eylül saldırısının gerçekten ABD için bir dönüm noktası olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu saldırı, ABD’nin kader ibresinin değiştiği anlamına geliyor. Bu saldırılar ABD için II. Viyana’dır. Şimdi ne kadar tedbir alınırsa alınsın, ne kadar “burada dünyanın tek süper devletinin ikilemi vardır” denilerek teknik analiz yapılırsa yapılsın, bir defa olan olmuştur. Bizim şer zannettiğimiz 11 Eylül saldırılarında belki bir hayır vardır! Amerikan kurmayı şimdi en büyük hatayı yapmaktadır. Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmekle bombanın pimini çekmiş, kendi sonunu onaylamıştır. Bu kurmay hata, işte şimdi Amerika’nın sonunu getirecektir. ABD –Osmanlı gibi- zirveden aşağıya doğru dönmüştür. Evet, gerçekten de bu ülkenin kaderinin son bulması “fiziki olarak güçsüz fakat fanatik motivasyon ile donatılmış düşman” eli ile değil, dünya milletlerinin, özellikle İslam aleminin, bir daha özgürlük için ayağa kalkması ve artık bu ülkeye karşı dik durması ile mümkün olacaktır. Amerika’nın düşmanlarının bu ülkeye; “büyük şeytan”, “Sam Amca”, “Amerikan Rüyası” , “Yanki’nin Çocukları” gibi küçük düşürücü hakaretlerle saldırması acizlik ifadesidir. ABD çaresizliğini anlamıştır. Tarihi misyonu bitmiştir. Artık yerine bir başka medeniyet gelecektir. Bir başka millet belki de dünyayı yönetme görevini, tarihe kural koyma nöbetini devralacaktır! İnşallah bu nöbet yine Türk Milleti’nindir!

 

         ABD Çaresizliğini Anlamıştır

 

ABD çaresizliğini anlamıştır ama artık geç olmuştur. Ulaşmış olduğu zirvede, tarihin platosunda daha uzun süre yürüyemeyeceği aşikârdır. Tarihin karanlıklarından, derin tünellerden çıkarak, millet olma rüştüne eremeyecek olan toplama milletlerle, kısa bir tarih diliminde dünya hegemonyasına ulaşan ABD’nin, bunu artık sürdüremeyeceği kesindir. Osmanlı İmparatorluğu sürdürdüğü 600 yıllık ömrünü ancak 150 yıllık bir tükeniş sendromuyla tamamlamıştı. Amerika’nın, tarihte yaşamış en kısa ömürlü imparatorluğun yaşadığı kadar dahi yaşayamayacağı açıktır. Yakalamış olduğu ileri teknoloji, üstün vuruş gücü ile ömrünü sürdürmeye çalışmaktadır.

 

Amerika Birleşik Devletleri’ni idare eden “bir avuç zekâ”, kendi menhus idealleri için bütün dünyada canavarlar yarattı. Ama bu canavarlar bir bumerang gibi geriye dönecek ve ABD’nin başına bela olacaktır. Dünyayı şekillendirmeye çalışan, dünyada bir sürü ittifaklar kurmaya çalışan, bunun yanında dünya insanlığının başına bir sürü gaileler açan, Vietnam, Somali, Afganistan, Irak, Libya, Suriye gibi önemli bölgelerde milyonlarca insanın ölmesine sebep olan Amerika’yı hiçbir ittifak artık kurtaramayacaktır.

Kural budur.

Bir zayıf anınız yakalandığında, bir zamanlar ölümüne müttefikiniz olan güçler size dönerler ve geçmişin hesabını sorarlar. Bundan böyle Amerika’nın kiminle ve nasıl daha iyi bir dünya kurabiliriz arayışı beyhudedir. Herhalde çağımızda milletler bu aldatmacayı anlamaktan aciz değildirler. Artık beklenen, ABD’ye karşı duruşun başlangıcı olabilecek bir nirengi noktasının yakalanmasıdır. Ve bence Kudüs kararı böyle bir nirengi noktasıdır. ABD’li yöneticiler bunu anlamıştır ve bunun tedirginliği ile hırçınlaşmıştır, hırçınlaştıkça bataklığa doğru sürüklenmektedirler. Kudüs meselesi bu hırçınlığın son noktasıdır.

 

Şimdi kendilerine sordukları soru şudur:

 

         “Eninde sonunda, stratejik kilit noktası olan soru şudur: Amerika, kiminle ve nasıl daha etkili bir şekilde ilerleyen daha iyi bir dünyayı şekillendirecektir? Bunun cevabı, tarih boyunca süre gelen Atlantik ve Pasifik ötesi stratejileridir.”[5]

 

Bu soru beyhudedir. ABD artık dünyayı şekillendiremez. Dünya milletlerinin, Türk Milleti’nin ve İslam âleminin ve yöneticilerinin sağduyusu ve uyanışı tarihin seyrini değiştirecek olgunluğa erişmiştir. Atlantik ve Pasifik ötesi stratejiler geliştirebilen yeni milletler, yeni kurmaylar elbette ortaya çıkacaktır. Amerika’dan sonra dünyanın geri kalan bütün güçleri bunu anlayamayacak kadar aciz ve akılsız değildir.

 

Şimdi Türk ve İslam âleminde, kendisinde “devlerin gücünü hisseden”  liderlerin çıkmasının tam zamanıdır.

 

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti JEOSTRATEJİK OYUNCU olmaya, dünyaya yeniden kural koymaya, Avrasya’yı, Türk ve İslam âlemini yeniden çekip çevirmeye muktedir olduğunu göstermelidir. Bunun tam zamanıdır.

 

ABD’nin bu skandal “Kudüs” kararından sonra artık Türk Milleti olarak biz de kendimizde devlerin gücünü hissetmeye başlamış bulunuyoruz.

 

Dünya insanlığı Türk Milleti’nin rehberliğinde yeni bir saadet çağı yaşamaya muhtaçtır.

 

Mikdat Topçu

 

 

[1] Hatıralar, Theodore Hertzle. Sayfa 26

 

[2] Hatıralar, Theodore Hertzle. Sayfa 20

 

[3] Aynı eser, sayfa 44

 

[4] Brzezinski, Tercih, Önsöz

 

[5] Brzezinski, Tercih, Sayfa 110

 

Avrupa Medeniyeti Üzerine!

Değerli dostlar,

İsviçre’de meydana gelen bir olayın videosunu Facebook hesabımda paylaştım. Belki izlediniz. Sonra öğrendim ki bu tür olaylar binlerce defa oluyormuş Batıda. Batılı ülkelere sığınan Suriyelilerin çocuklarını evlerine giderek, polis kuvvetiyle zorla alıyorlar, götürüyorlar, Hıristiyanlaştırıyorlar ve bu çocuklar bir daha ailelerine kavuşamıyor. Videoyu izlemeyenler lütfen izlesin.

21. Yüzyılda yaşanan olay bu.

Paylaştığım video, evine zorla girerek çocuğu elinden alınan anne ve babanın feryatlarını gösteriyor. İnsan dayanamıyor. Bu olayı vicdanların kabul etmesi mümkün değil.

Biliyorsunuz, aynı olayı ellerine fırsat geçince yapan bir medeniyet anlayışına sahip Batılılar. Haçlı Seferleri sırasında Türklerin kafatası ile çorba içmişlerdi. Balkanlarda çocuklarımızı, kadınlarımızı fırınlara atmışlardı. Şimdi yine aynı medeniyet anlayışı devam ediyor.

Batı medeniyeti ile ilgili aşağıdaki değerlendirmeyi dikkatlerinize sunmak istiyorum. Yine rahmetli Durmuş Hocaoğlu’nun kıymetli bir değerlendirmesi. Sadeleştirmeye çalıştım.

Batı medeniyetini şöyle tespit ediyor Rahmetli Hocaoğlu:

İmdi; evvelen, Batı budur. Patolojiktir, sakattır yani. Tahammül-fersâ mütenakızdır; tıpkı, bir yanında irin, diğer yanında nur akan bir nehir gibi. Bir yanda estetik, felsefe, bilim, diğer yanda birbirleriyle evlenen erkekler, mitolojilerinde kendisi adına yapılan mâbeddeki bakire rahibelere tecavüz eden, sapkın şehvetli bozuk erkek tipleri ve şiddet, şiddet, şiddet!

Marazî bir korku ve kan tutkunluğu!

Asırlar boyunca insan yakmanın ve işkencenin, hukukun normal prosedürü arasında olması, seyirlik olsun diye arenalarda insanların birbirlerini katletmesi ve bunun uzantısı olarak günümüzde ölümüne adam dövmenin, boğa katletmenin asil sporlar sayılması! Diğer yandan ise demokrasi, insan hakları, tolerans mücadeleleri!

Bu nasıl bir cemiyet böyle?”

Bu nasıl medeniyet böyle!!!!

 

Çok şükür ki bizim tarihimizde yüzümüzü kızartan böyle insanlık ötesi olaylar yoktur. Ne kadar övünsek azdır.

Yaşasın asil Türk Milleti.

Yaşasın Büyük Türk Hakanlığı.

ABD _ Türkiye İlişkileri Üzerine!

 

Değerli dostlar,

1940 lı yıllarda başlayan Türkiye-ABD ilişkilerinin geldiği son noktayı yakından izliyorsunuz. Bütün ihtilallerde parmağı olan, iktidar ve muhalefeti kontrol eden, istediği gibi yönlendiren, Ergenekon tertibi ile 15 Temmuz darbe girişimi ile ordumuzu dağıtmaya çalışan ve devletimizin kontrolünü eline almaya çalışan ABD’nin bütün bu işleri nasıl yaptığını incelemenizi, anlamanızı ve bilmenizi isterdim. Yazık ki böyle bir imkan hemen hemen kimsenin elinde yok.

Amerikalılar “bir gün elbet Amerika’nın da sonu gelecektir. Mücadele edip Amerika devletine bir son veremiyorsanız bu sizin suçunuzdur!” diyerek bir öz eleştiri de yapabiliyorlar.

Elbette ki Amerika’nın da bir sonu vardır. Biz gerekli çabayı gösterip Amerikan emperyalizmine son vermeyi beceremiyorsak bu suç hakikaten bizim suçumuzdur.

Zira ABD bizim bildiğimiz, bizim anladığımız türden bir devlet ve millet değildir.

Amerika Birleşik Devletlerinin çağımızda bir teknolojik üstünlük kurduğu tartışılamaz. Ancak, toplama milletlerden oluşan ABD’nin, insanlığa mutluluk veremeyeceği anlaşılan kapitalist dünya görüşü, Anglo-Sakon, Hıristiyanlığın hangi duraklarında duracağı belli olmayan çatışmacı din ve mezhep anlayışı ile daha uzun süre ayakta kalamayacağı aşikardır. Evangelizmden Neoconlara kadar uzanan mezhepler arasında henüz tercihini yapamamıştır. Bu karmaşık yapısı ile Kapitalizmin dünyadaki en büyük savunuculuğuna soyunan, sonradan ortaya çıkma, sonradan görmüş bir millet olarak ABD, bugün bütün dünyaya meydan okumaya devam ediyor. Büyük bir medeniyet olarak rüştünü ispatlayamamış bu devlet, ne kadar zeki insanlar tarafından idare edilirse edilsin yıkılış sendromundan kurtulması mümkün olmayacaktır.

İşte soruyor ABD’li kendine: “Amerikan küresel üstünlüğü yıkılırsa yerini ne alacaktır?

Demek ki daha şimdiden bir yıkılış psikolojisine girmiş bulunmaktadır.

Rahmetli Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu bir makalesinde bu konuyu çok güzel bir ifade ile anlatmış bulunmaktadır:

(Sadeleştirerek aldım)
“Ani bir “tamam, buraya kadar” kararı, Amerika’nın dahili prestijini ve dayanışmasını, birliğini sarsacaktır  muhakkak ki.

Şundan:

Amerika, vakıa, “temel asabiye” olarak, Huntington’ın belirttiği gibi, Anglo-Sakson’dur. Ama topyekûn Amerikan milleti, John L. O’Sullivan’ın dediği gibi, “kökenlerini birçok diğer milletten almakta” olan ve henüz teşekkül halinde bulunan bir cemaattir. Ve her üyesinin menşeini bildiği bu cemaati asıl olarak ayakta tutan, onun kurulduğu tarihten bugüne değin hiç kaybetmeyen, hep kazanan, durmadan yükselen gücü, dünya üzerindeki itibarı, zenginliği ve bunların neticesi olan “Amerikan Rüyası”dır; böyle bir akıbet bu tatlı rüyayı bir kâbusa tahvil edebilir (dönüştürebilir). Çünkü daha evvelce de bahsettiğim gibi, “milletolmanın asıl kıstası kazançlarda değil kayıplarda ve fedakârlıklarda bir araya gelmektir. Ve henüz bir millî felâket yaşamamış olan Amerikan cemiyeti bugüne kadar böyle bir testten geçmediği için nasıl bir aksülamelde bulunacağı da (tepki göstereceği) meçhuldür. Bu ise Onun da içinde “kader anının kendisine gelmesini bekleyen” başka milletlerin veya millet adaylarının “şimdi tam zamanı” diyebileceği bir çözülmenin tetikçisi de olabilir.”

Görüldüğü gibi ABD henüz bir rüyadadır. Amerikan Rüyası! Gerçekten kurulduğu günden beri hiç kaybetmeyen ABD’nin, ideologların da derin bir endişe ile düşündükleri ve çare aradıkları sonu, kesinlikle bir gün gelecektir. Çünkü Sayın Hocaoğlu’nun da çok yerinde olarak belirttiği gibi; ―millet olmanın kıstası kazançlarda değil, kayıplarda ve fedakârlıklarda bir araya gelmektir.

Milletlerin medeniyet anlayışı, tarihi tecrübesi işte burada rol oynamaktadır. Binlerce yıldır hep savaşmış, bazen kazanmış, bazen kaybetmiş, yenilmiş ama tarihin sahnesinden silinmemiş milletleri, işte bu özellikleri millet yapmaktadır. Yani bu milletler testten, hem de tarihinin acımasız testinden geçmişlerdir. Bu medeniyetler kemikleşmişlerdir. Bu sebeple Amerika Birleşik Devletleri’ni bir araya getiren, kıta dışından gelerek burada hasbelkader bir devlet oluşturan toplumların böyle bir kader anında, bir kaybetme anında, tamamen ortadan silineceği aşikardır.

İşte esas korktukları budur. Bu sebeple, karşılarına büyük güç çıkmasını önlemek için doktrinler üretmektedirler. Bütün mesele; gerçekte ani bir toplumsal depresyon geçirme durumunda tamamen dağılması kesin olan bu devletin nasıl çözüleceği, çözülmeyi hangi evrensel unsurların veya hangi Jeopolitik Oyuncuların nasıl tetikleyeceğidir. ABD’nin dünya hegemonyası altında inleyen bütün mazlum milletlerin öncelikle bu soruyu kendilerine sormaları gerekmektedir. Bu ülkeye karşı nasıl mücadele edilecek ve emperyalizmin zulmünden kurtuluş nasıl sağlanacaktır.

Düşüncem odur ki; her zaman mazlum milletlerin koruyucusu olan Türk Milleti bu tarihi görevini yine yerine getirecektir. Ve Amerika’nın temsil ettiği emperyalizmin sonunu yine Türk milleti getirecektir.

Yaşasın asil Türk Milleti.

Yaşasın Büyük Türk Hakanlığı.