Kategori Arşivi Ülkem İçin - Page 2

Devlet Her Şeyi Hesaba Katmalıdır 4

Bir önceki yazıda 93 Harbi’ni yazmıştım. 93 Harbi Osmanlı – Rus Savaşı idi.

Son günlerde Rusya ile ittifak yapmak üzereyiz. Rusya ile tarihî geçmişimizi çok iyi bilmeliyiz. Bu sebeple Türk Rus ilişkilerini araştırmaya devam etmek istiyorum. Ve tabii ki mağlubiyetlerimizdeki devlet adamlarımızın yaptığı hataları da aktarmak istiyorum. Hata yapan devlet adamları, yaptıkları hatalarının bedelini devletleri ile ödemişlerdir. Çok şükür, şimdi hata yapanlar Allah’dan af, milletten özür dileyerek tehlikeyi geçiştirilebilmektedir. Allah devletimizin ve milletimizin sonunu hayr eylesin.

Bu ilişkileri anlatırken, aynı zamanda, o dönemlerin Türk devlet adamlarının hatalarını ve mağlubiyetlerimizdeki paylarını anlatmak istiyorum.

Bu yazıyı ibretle okuyunuz. Neticede bu alıntılar tarih kitaplarından yapılan alıntılardır.

Rusya ile Savaş  (1768-1774)

Rusya, açıkça Türkiye’ye savaş açmaktan çekiniyor ve sinsi bir Türk düşmanlığı siyaseti takip ediyordu. Türk imparatorluğunun Ortodoks teb’ası arasında, hatta Romanya prensliklerinde, Arnavutluk ve Mora’da propagandaya başlamışlardı. Ortodoksları Türkler’e karşı kışkırtıyordu. Bu çok tehlikeli bir durumdu.

Rusya, Lehistan’ı işgal edince elbette ki savaş başladı. Ancak Türk ordusu hazırlıksız idi. İyi komutanlar yoktu. Hele Sadrazam’ın askerlikle hiçbir ilgisi yoktu.
Hem Hotin harekatında, hem de Mora harekatında şans eseri Türk ordusu üstün geldiği halde, Rusların ani ve sinsi saldırıları ile her iki savaş ta kaybedildi. İşte meş’um 1769 tarihi böyle başladı.

Ordu galip geldiği halde galibiyet mağlubiyete nasıl dönmüştü!
Devlet adamlarımızın yaptığı büyük, çok büyük hataları görünüz.

1) Hotin savaşını Ruslar kaybeder, geri çekilir. Ancak Türk vezir, asi askerle işbirliği yapar ve idam edilir. Yani içeri karışıktır. Rus ordusu bunu fırsat bilir, geri döner ve boşaltılmış olduğunu gördüğü Hotin’i 300 topla birlikte işgal eder. Böylece Türk başarısı ile başlayan savaş mağlubiyetle biter.

2) 1770 yılında Mora Harekatı yapılır.

Bakınız ibret dolu bir tarih sayfası size. Görünüz ve anlayınız ki, Osmanlı devletinin düşmesi öyle kendi kendine olmazdı. Bu ancak ihanetlerle, bazen Türk milletinin karakterinde var olan, devlet ve askerlik işlerinde olmaması gereken safdil olmak ve merhamet duygularının yersiz bir şekilde kullanılması ile mümkün olabilirdi. Ve öyle olmuştu.

Çeşme Bozgunu:

Kocası Çar’ı öldürterek Rusya’nın başına geçen ve damarında bir damla Rus kanı bulunmayan, Alman asıllı Çariçe Katherina çok hırslıdır ve modern bir Rus donanması kurmuştur. Karadeniz, kapalı bir Türk gölü olduğu için bu donanma Baltık Denizi’nde bulunmaktadır.

Savaş başlar başlamaz Rus donanması, Baltık Denizi’ni, Kuzey Denizi’ni, Atlas Okyanusu’nu, Cebelitarık Boğazı’nı geçerek Akdeniz’e girer. Fransız büyükelçisi Rus donanmasının bu harekatını Bab-ı Ali’ye bildirir. Ancak devlet tedbir almaz. Kimse inanmaz ve kulak asmaz.

Ruslar Güney Mora’da “Maynot” denen Rumlara güvenmiştir. Bu Rumlar, Ruslar Mora’ya asker çıkarırlarsa isyan etmeye söz vermişlerdi. Ruslar karaya çıkar çıkmaz Maynot’lar ayaklanmışlardı. Eli silah tutan 70 bin kadar Maynot erkeği Ruslara katılmıştı.

Türk ordusu Rusların desteklediği bu 70 bin Maynot’u imha etmişti. Ruslar, Kapdan-ı Derya Hüsameddin Paşa’nın yaklaşması üzerine Mora sularından çekilmişlerdi. Savaş 4 saat sürmüştü. Türk toplarının üstünlüğü sayesinde Rus donanması geri çekilmişti.

Kapdan-ı Derya Hüsameddin Paşa donanması ile, Rusların yeniden bir savaşı göze alamayacakları düşüncesiyle, gün batarken Çeşme Limanı’na girmişti.

Gece yarısına doğru, iki küçük Rus yardımcı gemisi Çeşme Limanı’na girdi. Türkler, iki küçük geminin donanmalarına zarar verebileceğini akıllarına bile getirmediler. Bu gemileri, düşman donanmasından kaçıp kendilerine sığınıyor sandılar. Bazı reisler bu gemileri batırmak istedilerse de, diğer reisler, bunların batırılmamasını, İstanbul’a götürülüp zafer alayında teşhir edilmesini teklif ettiler.
Aslında bu iki düşman gemisi “ateş gemisi” idi. Düşman amirali çılgın ve cesur bir şekilde Türk gemilerine iyice yaklaştı. Bu teknelerden atılan “kundaklar”, bir Türk gemisinin yelkenlisini tutuşturdu ve ambarına sirayet ederek cephanesini infilak ettirdi. Yangın yanaşık nizamdaki bütün gemilere sıçrayarak, çok kısa zamanda Türk donanmasını yaktı. Türk cephaneliklerinin patlaması 230 km. uzaklıktaki Atina’da bile duyuldu.

Bu bozgunun adı, Çeşme Bozgunu idi.

Değerli dostlar, tarihimizde yaşanmış bu türlü fecî olayları milletimize yaşatanlar o zamanın devlet adamları idi. Paşaları idi. Demek ki, devletin idaresinde devlet adamlarının dirayetli olması, hata yapmaması çok önemlidir.

Bu olaylarda yaşanan hatalara bakarak, bugünkü devlet adamlarımızın yaptıkları hataları daha rahat görebilirsiniz. Bunları anlatmak sadece uyarı görevimi yaptığımı düşünüyorum. Gerisi elbette siz değerli okuyucunun bileceği bir iştir.

Ancak tarih, milletlerin yaptığı hataları asla kabul etmemiştir. Böyle biliniz.

 

Devlet Her Şeyi Hesaba Katmalıdır 3

Aynı hatalara düşmemek için 1683 II. Viyana bozgunundan beri Türklerin tarihî serüvenini anlatmak ihtiyacı hissettim.

Parça parça anlatacağım.

Biliniz ki, bu tarihî geri çekilme süreci devam ediyor. Hala direniyoruz. Ama geri çekiliyoruz. Bu geri çekilme 1769 yılında başlamış ama, geri çekilişin kesin tarihi II. Viyana kuşatmasıdır. Orada hata yapılmıştı. O zaman hata yapan devlet adamları bu hatalarını başları ile ödemişlerdi.

Lütfen okuyunuz!

İKİNCİ VİYANA KUŞATMASI
(1683)

“Yedi ve dokuz kral sakalımızdan bir kıl koparamamışlardır”.
“İnşallah, daima böyle olacak ve devletimiz, dünya durdukça duracaktır”.

Böyle diyordu meşhur Osmanlı sadrazamı…

Bu kadar samimi, bu kadar vatanperver olan ve devletine Kanuni dönemini tekrar yaşatmak isteyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, II. Viyana bozgunu sebebiyle, bir dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nu, “Duraklama Devri”ne soktu. Hem de ütün iyi niyetine rağmen!
Kara Mustafa Paşa zamanında Türkiye imparatorluğu, siyasi kudret ve prestij bakımından, en yüksek dereceye ulaşmıştı. Köprülülerin sağladıkları iç huzur, asayiş, devlet otoritesi, dış zaferler, hatta bazı fetihler, siyasi üstünlüğün de zirvesini bulmasını sağlamıştı. Osmanlı tahtının prestiji, ölçülmez derecede olağanüstüydü.
Ancak, Fransa’nın, hatta İngiltere’nin bile tazminat ödemeye mecbur kaldığı devletin, hemen hemen bütün devletlerle arası bozulmuştu. LEHİSTAN, VENEDİK, İSPANYA, PAPALIK, hatta FLORANSA ile devlet daimi savaş halindeydi. Bu defa RUSYA büyümüştü ve gözlerini açmış fırsat bekliyordu. Yine eskiden olduğu gibi –bir Müslüman devleti olan- İRAN ve hatta bu defa Fas Türkiye’ye dost değillerdi.
Kudretli Türk diplomasisi, farkında olmadan devletin böylesine “tecrit” edilmesine zemin hazırlamıştı.
Fatih Sultan Mehmet de 20 devletle birden savaşa girmişti, ama muzaffer çıkmıştı.
Şimdi durum aynı değildi.
Padişah’ın esamisi okunmuyordu, devleti yine vezirler idare ediyordu.
– Ordu disiplini o zaman ki ordunun disiplini değildi. “Yağma” hırsı ile hareket ediyordu. “Gaza” misyonu kaybolmuştu.
– Batı, Roma imparatorluğundan beri görülen bu en büyük siyasi kuruluşu “sarsmayı” bir defa daha tecrübe etmek istiyordu. Şimdi bir ümitleri vardı.
– Roma, İran sınırında, İskoçya’da, Orta Avrupa’da nasıl durdurulmuşsa, artık, Türkler’in de bir yerde durdurulması gerekiyordu.
– Orta Avrupa’yı almaya hazırlanan bir Türkiye’yi hep beraber durdurmak, mümkünse itmek, geriletmek ve bu husustaki gayreti hiçbir zaman gevşetmemek gerekiyordu.
1683 yılının arifesinde Avrupa’da hakim fikir buydu ve bu fikrin düşünürleri bile yetişmişti.
Coğrafya konumu bakımından Avrupa ile Türkiye, kozlarını Almanya’da paylaşacaklardı. Bu defa Türk milletinin kaderi Almanya ile Viyana’da münakaşa edilecekti.

Viyana 154 yıl önce de Kanuni tarafından kuşatılmış ve alınamamıştı.

Meğer, Viyana felaketli yılların başlangıcı imiş, bunu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa nereden bilebilirdi. İşte bu “ilahi tecelli” idi!
Kendisine güvenen ve kesin zafer için çok ümitli olan Merzifonlu, burada ihanete uğradı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Serdar-ı Ekrem’in muhteşem bir saray halindeki otağı, 5000 çadır, 300 top, ordu arşivleri ve pek çok ağırlık düşmanın eline geçti. Osmanlı devleti kurulduğundan beri, Timur hariç, hiçbir düşman, Osmanlı Türkleri’nden bu kadar ağır ganimet ele geçirememişlerdi. 10 bine yakın Türk şehit düşmüştü.
Merzifonlu; İbrahim Paşa ve Kırım ordusunun ihaneti sebebiyle Viyana’da mağlup oldu. Çünkü dışarıdan gelen yeni bir Haçlı ordusu, vaziyeti değiştirdi. İbrahim Paşa kuşatmadan çekildiği gibi, Kırım ordusu da gelen bu yeni Haçlı ordusunun önünü kesmedi. Bu büyük ihanetti. Ama, kaderin de cilveleri vardı. Osmanlı geri çekilecekti!
Ordu artık Viyana’dan çekilmeye başladı. Bu, güneye ve doğuya doğru bir çekilişti. Bu uzun bir yürüyüştü. Öylesine bir uzun yürüyüştü ki, tam 300 yüz yıl devam edecekti.
Bu yürüyüş, bu geri çekiliş (ric’at) bugün de devam etmektedir. Öncelikle bunu anlamak bu milletin aydınının vatan borcudur.
1683 Viyana bozgunundan beri Türkiye devleti, Sultan Alparslan’ın 26 ağustos 1071 günü başlayan taarruz ve genişleme hamlesini kaybetmişti. Bundan sonra kâh duraklama, kâh gerileme, bazen de ilerlemeyle geçen bir süreç başlayacaktı. Ve Türkiye devleti 1683’te “hamle” gücünü kaybedecekti.
1683 Viyana bozgunundan beri, milletimizin devam eden mücadelesi, ne yazık ki, mağlubiyetle sonuçlanmıştı. Bu tarihten itibaren milletimiz, Türkiye’nin on katı kadar toprak parçasını, ata yadigârı camileri, mescitleri, medreseleri, her türlü zenginliğini ve milyonlarca şehidin mezarını bıraka bıraka, Türkiye topraklarına sığınmış bir duruma gelecekti.
1769’da Türkiye, dünyanın birinci devleti olma vasfını kaybedecek ve tam bir gerileme, hatta çözülme ve yıkım dönemine girecekti.
Yine görüldüğü gibi, bütün Avrupa ittifak halinde ve kendi aralarında kanlı bıçaklı oldukları halde, bir Hıristiyan beldesi olarak kabul ettikleri Anadolu’yu kurtarmak için topyekün saldırıya geçecekti. Anadolu Reconquistası’nı başarmaya çalışacaktı…
Fransa ile Almanya savaşta oldukları halde, Viyana kuşatılınca derhal aralarında barış imzalayacaklar ve birlikte Viyana’yı savunacaklardır.

(devam edeceğim)

Devlet Her Şeyi Hesaba Katmalıdır 2

Bugünkü Türk – Rus ilişkelerini yorumlamak için aşağıdaki tarihî bilgilere ihtiyacınız olduğunu düşünerek yine çok uzun olmayan bir alıntı yapıyorum. Lütfen okuyunuz.

1877 – 1878 Türk Rus Savaşı (93 Harbi) nin sebepleri :

” Tarihimizde “93 Harbi” diye geçin 1877 – 1878 Türk Rus Savaşı, son asır Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biridir. Yakın Çağ dünya tarihinin de büyük askerî ve siyasî olaylarından sayılır.

93 Harbi, tarihî Türk – Rus mücadelesinin en karakteristik safhalarından biri, belki birincisidir. Ruslar, doymak bilmeyen bir iştiha ile Türk ülkelerine ve Türkiye İmparatorluğu’na saldırmayı, millî bir hedef kabul etmişti. Kırım Hanlığı’nı almış, bu Türk ülkesini istilâ etmiş, Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarını ele geçirmiş, 19. asra bu durumda girmiştir.

Ilık sulara inmek için asırlık siyasetini sabırla izleyen Rusya, Türk Devleti’nin gafil ve karmakarışık günlerini bekliyordu. 20 yıl önce yenildiği Türkiye’den öç almaya hazırlanıyordu. (Kırım savaşı: 1853-1856)

Türkiye’nin, 20 yıl önceki Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, müttefiki yoktu. O zamanın Reşid, Ali, Fuad paşalar gibi dikplomasi dehaları yanında 1877 Türkiyesi’nde küçük devlet adamları başı çekiyordu. (Not: bu adamların deha oldukları fikrine katılmıyorum, hain olduklarını düşünüyorum. Reşit Paşa zaten masondu. MT)

Rusya’nın ılık sulara inmesiyle dünya dengesinin altüst olacağından korkan büyük devletler araya girdiler. Çetin pazarlıklar yapıldı. Sonunda -şahsen harp istemeyen- Çar II. Aleksandr, zaten Türk İmparatorluğu’nun bir parçası olan Karadağ Prensliği’ne bir tek kaza verilmesi karşılığında savaşı önleyeceğini bildirdi. Hıristiyan ve Türk’e düşman Sırplarla meskûn bir sefil kaza! (Not: burada yazar, bir Türk şehrinin, ufak bir kazanın, Rusya’ya verilmesinden yanadır. Bu fikrine de katılmıyorum. MT)

(…)

Bu suretle, vaktiyle “Saltanat-ı Cihan” da denen “Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye”, Rusya devleti ile tek başına kaldı. 1877’de Türk Devleti de henüz devliğini muhafaza ediyordu. Fakat inhitat halinde bir dev… Üstelik Rusya ile savaşacaktı ama Rusya tek başına değildi. Peşinden Türk Devleti ile savaşa Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya gibi dört Balkan devletçiğini de sürüklemişti. Bir büyük ve dört küçük devlete karşı tek başına Türkiye. Neler yapabildi.

(…)

Yeşilköye’e kadar gelen ve Türk topraklarını çiğneyen Rusların zulmü büyük oldu. Yüzbinlerce sivil Türk, hunharca doğrandı. Rumeli’nin birçok yerinde Türkler, ekseriyet (çoğunluk) olmaktan çıktılar. Rus kılıcından kurtulabilen bir milyondan fazla Türk, 500 yıldan beri oturdukları topraklarını ve her şeylerini bırakarak İstanbul’a ve oradan çeşitli yerlere akıp gittiler. Göçmen kafileleri, devletin karakteristik manzarası haline geldi. Türklük’e karşı böylesine bir ırk imhası savaşı açan Ruslar, gene de ılık denizlere inemediler.”

“Türk ordu ve donanmasının en modern silahlarla teçhiz edilmesi ve her yıl gücünü artırması, Rusya’yı ürkütüyordu. 1871’den sonra Babıali’nin yetersiz vezirlerin elinde kalması, Rusya’ya ümit vermeye başlamıştı. Petersburg, Balkanlar’da Hıristiyan Ortodokslarla meskûn Osmanlı topraklarında isyanlar çıkartıp, Türk hükümetini siyasî sahada yıpratırken, Türk ordusunu da isyanları bastırmak peşinde, müşkül ve zayiatlı çete savaşlarına sürüklemek istiyordu. Bu taktiğinde başarılı neticeler elde etmekte gecikmedi.

(…)

Bosna – Hersek’te ayaklanma devam ederken, 2 Mayıs 1876’da Tuna vilayetinde, yani bugünkü Bulgaristan’da da büyük bir isyan patladı. İsyan, tamamen Rusya’ca planlanmış ve silâhlandırılmıştı. Rusya’dan silâh alan 55 Bulgar köyünün erkekleri, Türk köylerini bastılar ve 1000 kadar Türkü büyük vahşet sahneleri içinde öldürdüler.” Avrupa Türkiyesini Kaybımız, Yılmaz Öztuna, sayfa 29,30

Değerli okuyucu, 93 Harbi’nin sonu pek kötü olmuştur. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmiştir. Sonuda Ayastefonus (Yeşilköy) anlaşmasını yaparak savaşa son verilmişti.

Tarihi olayı bir tarihçi kaleminden aynan naklettim.

Görüldüğü gibi, düşman, daha sonra yapacağı savaşa hazırlık yapmak üzere, önceden Türk ordusunu, Balkanlarda çıkardığı isyanları bastırmak üzere isyancıların üzerine sevkettirip, ordunun zayıflamasını sağlamış. Ve Türk devlet adamları bu oyuna gelmişler resmen.

O zamanın büyükleri savaşa girmek istemişlerdi. Sadrazam Midhat Paşa, Serasker (Harbiye Nazırı) Müşir Redif Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa ve İbrahim Paşa (Berlin Büyükelçisi)…

93 Harbi’nde uygulanan savaş taktiklerinin bugün de düşman tarafından uygulandığını herhalde anlıyorsunuz! Ordumuz önce Ergenekon tertibi ile, sonra da 15 Temmuz darbe girişimi ile zayıflatıldı. Şimdi Suriye’ye sokuldu. Devletimiz resmen savaşa girdi. Göreceksiniz, temenni etmiyorum ama, bunun sonu büyük savaştır. Ve gördüğüm kadarıyla Türk devlet adamları o zamanki devlet adamları gibi bu konuyu sevk ve idare edecek kapasitede değil. Ordumuz da gerçekten zayıflatılmış durumda. Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin.

Ordunun üzerindeki oyunları bu iktidar kendi iradesi ile mi oynuyor bilmiyorum. Askerî okulların kapatılması, Harp akademisinin başına daha dünkü çocuk olan bir sivil profesörün getirilmesi, özel kuvvetlere dışarıdan sivil personel alınması gibi yanlış hareketler, korkarım ki yine dış mihrakların bugünkü devlet adamlarımızı oyuna getirerek uygulattırdığı oyunlardır. İnşallah devlet erkânımız bu oyunları bozar. Gaflet uykusundan uyanır.

Elbette devlet her şeyi hesaba katmalıdır!

Devlet Her Şeyi Hesaba Katmalıdır 1

Bir önceki yazımda “İran’ın ittifakına Dikkat Edilmelidir” başlığı ile ülkemizin İran’la ilişkilerine dikkat çekmiştim. Tarihten bir örnek vermiştim.

Şimdi de Osmanlı Rus ilişkilerinin tarihi geçmişini anlatarak Rusya’ya dikkat çekmek istiyorum. Bunu birkaç yazıda kaleme alacağım. Uzun yazarak okuyucuyu bunaltmak istemiyorum. Ama biliniz ki bu konu çok önemlidir.

Rusya ne kadar samimidir? Rusya’ya güvenilebilir mi? Türkiye-Rusya-İran ittifakında Türkiye ittifak lideri olabilir mi? Gerçekten Rusya ile -Amerika ile yaptığımız ittifak benzeri- ittifak mı kuracağız?

Biz, Osmanlı – Batı, Osmanlı – Rus ilişkilerinin geçmişine yönelik tarihi bir bilgilendirme yapalım. Tabii ki işi uzmanına bırakarak…

Tarihçi Yılmaz Öztuna “Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız” adlı kitabında, Balkanların elimizden çıkmasını aynen aşağıdaki gibi anlatıyor.

“Balkanların Türklükten Kopmaya Başlaması:

“Balkanlar 1683’ten sonra salsılmaya başlar. 1699 Karlofça Anlaşması, Avrupa’dan Türklüğün tasfiyesinin ilk merhalesidir. Hırvatistan, Slovenya, Macaristan, Transilvanya, Slovakya, Dalmaçya, Esklavonya gibi Balkan ülkeleri ve Balkan Türklüğü’nü koruyan Orta Avrupa memleketleri, Osmanlı Devleti’nin elinden çıkar. Artık Osmanlı Cihan devleti yoktur. Türkiye, 1770’e kadar, ancak dnünyanın birinci devletidir. Fakat dünyaya tesirlerini yaydığı dönem kapanmıştır.

19. yüzyılda Balkan kavimleri arasında Osmanlı’ya karşı kıpırdanışlar başlar. İsyanlar ihtillalere dönüşür. Arkalarında RUSYA, AVUSTURYA, bazen diğer Avrupa büyük devletleri vardır. Romanya’ya, küçük Sırbistan’a ve küçük Karadağ’a otonomi, iç yönetimlerinde özerklik verilir. Yunan ihtilali ise, büyük bir mesele haline getirilir. RUSYA, İNGİLTERE, FRANSA, bir arada Türkiye’ye çullanır, donanmasını Navarin’de yakar. (1827) RUSYA ilk defa olarak Edirne’yi işgal eder. (1826) Babıali pes etmeye mecbur kalır. Bugünkü Yunanistan ‘ın üçte biri kadar toprakların kendisinden ayrılarak üzerinde tamamen bağımsız bir Yunan Krallığı’nın kurulmasına izin verir. Böylece İlk Balkan devleti, 1832’de ortaya çıkar. Balkanlar’da Türk hakimiyeti ve tekeli bozulur. Avusturya’nın ve 1812’de Besarabya’yı Türkiye’den koparan RUSYA’nın iştihası artar. ” Sayfa 22-23

Bugün yeni ittifaklar kurmak üzere olan devletimizin, bunu yaparken, ittifak kurduğu devletlerle geçmişine bakması gerekir.

Batı ittifakında vazgeçerek Doğulu ülkelerle ittifak kurmak daha doğru gibi duruyor aslında. Ama bu ittifakların liderliğini bizim yapmamız şartıyla ittifaklar verimli olur.

Devlet her şeyi hesaba katmalıdır.

İran’ın İttifaklarına Dikkat Edilmelidir.

Bölgemizde savaş giderek ciddileşmekte, büyümektedir. Batılı güçler, tarihte olduğu gibi, bugün de doğulu ülkelerle ciddî ittifaklar yapmışlardır. Bugün İran’ın bize karşı düşmanca tavır koymasının sebebi Batı ile yaptığı anlaşmalardır. Bu anlaşmanın tarihi karşılığı vardır. Aşağıda kısa bir örnekle anlatacağım.

Bugün İran, bize karşı takındığı düşmanca duruşuna birtakım bahaneler bulmaktadır. Türk medyasında Şiilerin Suriye’de Sünnileri öldürdüğü, İran Medyasında aynı Suriye’de Türklerin Şiileri öldürdüğü, hatta işkence ile öldürdüğü iddiaları yayılıyor. Bu iddialara dayanarak İran, Türkiye Devleti’ne karşı düşmanlık gösteriyor. Bulduğu bahane bu tabii! Aslında Sünni / Şii çatışmasını Batı çıkarmak istemektedir. İran da bu oyuna isteyerek gelmektedir.

İran devletine karşı daima dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü İran, rahatlıkla Türkler aleyhine Batı ile anlaşabilmektedir.

İran (Akkoyunlu Devleti) ve Osmanlı Devleti’ni Otlukbeli Savaşı’na (1473) götüren sebebi biliyor musunuz?

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet 20 devletle 16 yıl süren bir savaşa girmiştir. Bu 20 devletten biri İran’dır.

İran hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlıyı ortadan kaldırmak için Venedik ile gizli bir anlaşma yapmıştır.

Venedik ve Akkoyunlu devletleri Türkiye’ye karşı resmen birleşmiştir.

Anlaşmaya göre: Sonraki Sayfa »

Yaklaşan Tehlikeyi Anlayınız

Siz, ulaşabildiğim insanlar! Lütfen okuyunuz! Unutmayınız!
Günlük meşguliyetler içinde farkında olmayabilirsiniz. “Herkes kendi işini yapsın, devleti idare edenler herhalde her şeyin doğrusunu bilirler. Hiç mi aralarında vatansever yok, hepsi mi hain!” diye düşünebilirsiniz.
Bu topraklar bizim vatanımız. Coğrafya bakımından dünyanın en önemli yeri! Bu topraklara Orta Asya’dan göç ettik geldik. Burada irili ufaklı birçok devlet kuruldu, yıkıldı. Bu topraklarda ancak büyük devletler, imparatorluk haline gelmiş büyük devletler uzun süre yaşayabilmiş!
Türkler, bu topraklara geldikleri bin yıldan beridir, nice harpler gördü, nice zaferler ve de nice felaketler gördü. Bu yüzden bu topraklarda yaşayan milletler daima uyanık bulunmalı, devamlı hazırlıklı olmalıdır. Bu toprakların düşmanları, gaflet içinde bulunan idarecileri asla affetmemiştir.
Bu sebeple Türkiye Devleti’nin, dünya çapında hedef koyan bu emperyalist güçlere karşı ne yapabileceğini düşünüyorum. Türkiye Devleti’nin aydınını ve kendimi adeta sorgulamak istiyorum. Bin yıllık çekişmenin bugün ulaştığı noktanın, gerçek bir hesaplaşmanın sonucu olduğunu düşünüyorum. Türkiye Devleti’nin gerçek bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu düşünüyorum. Vaktiyle bağımsızlığımızı Mohaç’ta münakaşa ve ispat ettiğimiz güçler, bugün kendi hâkimiyetlerinin kavgasını bizim topraklarımızda vermeye başladılar. Bu durum aslında millet hayatımız için çok tehlikelidir. Bugün Batı ile kendi topraklarımızda hesaplaşma zorunda kalmış olmamız askeri bakımdan da son derece tehlikeli ve vahimdir.
Bu sebeple kafamda bir yığın soru ve içimde bir yığın ıstırap var. Ruhumda adeta fırtınalar kopuyor. 21. Yüzyıl Haçlı seferlerinin Türkler tarafından nasıl püskürtüleceğini ciddi ciddi ve derin derin düşünüyorum.
Türkiye Devletinin elitleri, vatanımıza saldıran, canlarımızı alan düşmanlarımızla “stratejik ortak” olduklarını söylüyorlar ve “Vizyon Belgeleri” imzalıyorlar. Tarihî, ilmî ve askerî realitelere tamamen zıt olan bu yaklaşım, yaklaşan tehlikeyi görmekten çok uzaktır. Doğrudan doğruya askerî harekât yapan Batılı güçlerin mutlaka durdurulması ve kesinlikle geri itilmesi gerektiğini artık anlamalı idarecilerimiz.
Türkiye Devletinin bu denli saldırılara maruz kalışı, bu denli çözümsüz kalışı bütün Türk çocukları gibi beni de elbette üzüyor. Batının başlattığı yeni Haçlı Seferleri insanı düşündürüyor. Batı bütün gücünü seferber ederek, Orta Çağ’da olduğu gibi, yönünü yeniden Doğuya çevirmiş bulunmaktadır. Vaktiyle Papaların kışkırtmasıyla yirmi devletin birden Doğuya doğru harekete geçtiği gibi, bugün de aynı güçler yeniden harekete geçmiştir. Batı, cadı kazanı gibi kaynamaktadır. Batı bütün gücüyle Doğunun üzerine bu denli fütursuzca yürürken, insan böyle eli kolu bağlı kalmak istemiyor!
Türkler nasıl İslam’ı kabul etmekle tarihlerinin belli dönüm noktasını aşmışlarsa, bu gün de aynı Büyük Türk Hakanlığı mensubu millet, kendisine dayatılan “Islahat, Avrupa Medeniyeti” adı altındaki aldatmacalarla, din ve milli kültürümüzü değiştirmek suretiyle tarihinin şu andaki dönüm noktasında yeni, ama çok tehlikeli bir viraja, bir “kırılma noktasına” girmiş bulunmaktadır.
Süper güçlerin üzerimizde hâkimiyet mücadeleleri var. Büyük Ortadoğu Projesi ile bizim ülkemizi de şekillendirmek istiyorlar. Bizim tarihi yerli kültürümüzü de Irak gibi, Somali gibi, Afganistan gibi geri buluyorlar ve kendi kültürlerini bize dayatmak istiyorlar.
Batılı güçlerin Doğuya karşı giriştikleri hücumları kesemiyoruz.
Bunun için askerî kuvvet kullanmak zorunda kalacağımız gayet aşikâr. Kuvvet kullanma ilim ve sanatını bilmeyen devletler, kuvvet kullanmayı daha iyi bilen başka iradelerin, başka orduların müdahalesi ile çöker. Bizim ülkemizde, şu an saldırı halinde bulunan düşmanlarımız, Ergenekon tertibi ile, 15 Temmuz tertibi ile kuvvetlerimizi zayıflatmış bulunuyor. Hala ordumuz içinde yüzlerce tutuklamalar yapmak zorunda bulunuyoruz.
Düşman, yapacağı büyük savaşa hazırlık olmak üzere ordumuzu zayıflatmış, kozmik odalarımıza girmiş, ülkemizin bütün savunma mahremini eline geçirmiştir.
Suriye sınırının açılarak ülkemize giren çıkanı kontrol edemediğimiz günlerde, içeriye sızan ajanlar, büyük şehirlerimizde toplu katliamlar yapmaya başladılar. Unutulmamalı ki bu tam bir savaş halidir. Tam bir düşman saldırısıdır.
Bugün Kayseri saldırısı yapıldı. 13 askerimiz şehit oldu, 48 askerimiz yaralandı. Başımız sağolsun.
Bu saldırıların bir kurmay planlaması olduğunu, bir savaş hali olduğunu asla akıldan çıkarmamalıyız. Türk Genelkurmayı, Türk savunma mekanizması durumu bu anlayışa göre yeniden gözden geçirmelidir.

Allah devletimize, milletimize zeval vermesin.

Yaklaşan tehlikeyi anlayınız.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Yıkılıyor Mu?

Değerli dostlar,
Ne olursa olsun, bu yazıyı kaleme almak zorundayım. Ülkemiz güllük gülistanlık değil, bilesiniz. Cumhurbaşkanının “seferberlik ilân ediyorum” demesi her şeyi anlamaya yeter aslında.
Malumunuz, ülkemizde garip olaylar meydana gelmektedir. Her taraf toz duman. Dışarıda savaştayız, içeride savaştayız! Bombalı saldırılarla, yangınlarla ve benzeri şekillerde toplu ölümler meydana geliyor güzel topraklarımızda. Belki elliden fazla bombalı saldırı ile yüzlerce insanımız şehit oldu, yaralandı.
Çok dramatik bir şekilde, ülkemiz bu halde iken, yöneticilerimiz anayasa değişikliği diye tutturdular. Anayasa değişecek, başkanlık gelecek, bütün dertlerimiz son bulacak diye bakılıyor. Çok manidar bir şekilde, “başkanlık olsaydı bu bombalı saldırılar olmazdı” diyenler var.
Başkanlık sistemini getirmek isteyenler, ülkenin rejimini değiştirmek istiyorlar. Cumhuriyet idare şeklinden başka bir idare şekline geçeceğiz herhalde. Bunun bütün altyapısı hazırlanmış durumda. Toplumumuzun bir kesimi buna hazırlanmış bile. Artık “halifelik” gelecek diyenler var. Psikolojik olarak toplumun bir kısmı bu idare şekline hazırlanmış bulunuyor. İlkokullarda bile yaşanan olayları görüyorsunuz.
Cumhuriyet idaresinin bütün altyapısını ortadan kaldırarak, bütün kültürel birikimini ortadan kaldırarak yeni bir sisteme geçişin şartları hazırlanmış vaziyette. İdarecilerimiz “İnşallah siz de şehit olursunuz!” diye nutuk atıyor güvenlik güçlerimize. Toplumda ölümler kanıksanmış vaziyette. İnsanlar, Irak’ta, Suriye’de olduğu gibi ölümlerle, bombalarla iç içe, koyun koyuna yaşamaya alışsın isteniyor. Olayların ölümlerin önüne geçemeyince, şehit olmayı tavsiye ediyor devleti idare edenler. Bu son derece yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Sonraki Sayfa »

Tartışmanın Faydası Yoktur, Bu Bir İç Savaştır

Değerli dostlar,

2010 yılında, Ergenekon tutuklamalarının en yoğun olduğu zamanlarda yazdığım, BATI VE İÇİNDEKİLER ÇATIŞACAK – DOMUZLARI KÖPEKLERE-KÖPEKLERİ DOMUZLARA adlı kitabımda yukarıdaki başlığı konu başlığı olarak kullanmıştım. TARTIŞMANIN FAYDASI YOKTUR, BU BİR İÇ SAVAŞTIR demiştim.

Tabii ki o ateşli düşman propagandası günlerinde yakınlarımıza bile Ergenekon meselesinin, düşmanın Türk ordusunu çökertmek ve Türk devletine diz çöktürmek için uyguladığı bir mizansen olduğunu anlatamamıştım. Adeta haykırmıştım: “Tartışmanın faydası yok, bu bir iç savaştır” demiştim. Bir savaşı nasıl kazanmak gerekiyorsa, devlet yetkililerimizin, Türk kurmayının öyle davranması gerektiğini, savaşı kazanacak savaş politikaları, stratejik politikalar uygulamak gerektiğini anlatmıştım.

Sonuçta Ergenekon meselesinin bir tertip, bir kumpas olduğu anlaşılmıştı. Yetkili ağızlar, Allah’tan af, milletten özür dilemişlerdi. Tabii ki iş işten geçmişti. Bu hatanın doğul sonucu 15 temmuz ayaklanmasıydı.

Bu özrün bir kıymeti harbiyesi var mıdır bilmiyorum. Allah affeder mi bilmiyorum.

O günlerde çok büyük hatalar yapılıyordu ve içimizden bazıları devlet yetkililerini durmadan uyarıyordu.

Yazık ki devlet kaht-ı ricali bu uyarıları anlamazdan geldiler. Dinlemediler. Düşmana taviz verdiler ve iyice içeriye çektiler. Belki de bir taktik uygulayacaklardı Osmanlı gibi… Düşmanın önünden kaçar gibi yapıp ortaya almak, sonra da arkadan çevirerek düşmanı imha etmek gibi bir strateji mi düşünmüşlerdi acaba? Sanmıyorum. Ama büyük hata yapıldı. Düşmanın kuvvetini artırmasına, müttefiklerini toplamasına, silahlanmasına ve en kötüsü, düşmanın halk nezdinde taraftar kazanmasına sebep oldular. Vaktiyle Osmanlının vilayetlerinde yaşayan Sırpları, Bulgarları millet yaptıkları gibi, içimizdeki Kürt kardeşlerimizi de ayrı bir milletmiş gibi ayrılık fikirlerine düşürdüler. Kürt kardeşlerimizin milliyetçilik duygularını kabarttılar. Türk idareciler bu oyuna kolaylıkla geldiler. TRT6’yı kurdular. o zaman da yazmıştım. Büyük hata idi bu. En önemli eşiği böylece atlamış oldu düşman. Bundan sonra hata üstüne hata yapıldı. Çözüm süreci, akil adamlar meselesi, Ergenekon  meselesi… Hepsi, hepsi büyük birer hata idi. Bu hataları yapanların “Allah’tan da, milletten de af diliyorum” demesinin, hatayı sonradan anlamış olmasının hiçbir kıymeti yoktur. Bu hataları yapan insanların hala Türkiye Devleti’ni idare eder halde bulunmalarının çok tehlikeli olduğunu içinde yaşadığımız olaylar göstermektedir. Daha hangi musibeti bekleyeceğiz. Türk milletini, tıpkı Irak halkı gibi, Suriye halkı gibi, savaşlarla iç içe yaşamaya alıştırmaya çalışıyorlar. Saldırıları, savaşları kanıksatmaya çalışıyorlar. Bu saldırıları yapa yapa milleti öyle bir hale getirecekler ki, tıpkı Halep’te, Bağdat’ta olduğu gibi, yanımızda bomba patlasa aldırmayacağız. İçinde bulunduğumuz binaları düşman uçakları bombalasa umurumuzda olmayacak… Türk milleti buna alışmamalıdır. Ve yapılan saldırılar karşısında en koyu protestoları yapmalıdır. Sonraki Sayfa »

Sürü Çoban İstiyor!

Bu başlık, Şevket Süreyya Aydemir’in Enver Paşa eserinin ikinci cildinin 113. Sayfasında attığı bir başlıktır.

Sürü Çoban İstiyor.”

Burada yazar, Osmanlı Devleti’nin dağılmasına yakın, iç karışıklıkların olduğu o kötü günlerde ortaya çıkan Kör Ali olayından bahseder.

Hikâyeyi özetleyerek alacağım. Okuyunca göreceksiniz ki, o zamanlar da, bugünküne benzer bir şekilde din istismarı yapan gruplar hareket halindedir. Milletimiz, her nasılsa, bu tür insanlara, hocalara sürekli inanmaktadır. Bunun sebebinin ne olduğunu çok düşündüm. Şunu anladım ki, Türk milletinin ( ve tabii ki İslâm aleminin) Kör Ali örneğinde olduğu gibi, bu tip cahil hocalara inanmasının sebebi cehalettir. Kitap okumamaktır. Kendisini yetiştirmiş, kitap okumuş, karşılaştığı olaylar hakkında az veya çok bilgisi olan bir Müslümanı kimse kandıramaz. Ama görüldüğü gibi, milletimizi Kör Ali tipindeki din adamları hala aldatmaya devam etmektedirler. Devleti idare edenlerin de meşrebi yazık ki halkın cehaletine uymaktadır. “Bize okumuş adam lazım değil” diyenler bile var. Osmanlı devletinde ayaklanmalar sürekli cahil halkın kolaylıkla aldatılmasından kaynaklanmaktadır.

Özetle, bugünkü gidişte de, aşağıda okuyacağınız hikâyeye benzer olaylar meydana gelmektedir. Yazılı ve görsel basından takip ettiğiniz, kadınlara saldırmalar, bir takım insanları kutsamalar, bir takım hocaların ufak çocukların büyük insanlarla evlenmesinin caiz olduğunu söylemeleri ve toplumumuzdaki dalgalanmalar, hep aşağıda okuyacağınız hikâyenin benzeri olaylardır. Ve bu olaylar hala İslâm aleminin bütününde cereyan etmektedir. Herhalde İslam aleminin bir türlü sömürge olmaktan kurtulamamasının, bir türlü kırımdan, yıkımdan kurtulamamasının asıl sebebi, Kör Ali benzeri meczup insanların aşağıdaki hikâyeye benzer icraatlarının İslam ümmeti nezdinde hala kabul görmesidir. Başka türlü izahını bulamıyorum. Sonraki Sayfa »

Lütfen Okuyunuz

Osmanlı Devleti’nin dağılma zamanlarında Türk ordusunun düştüğü durumu göstermek için aşağıdaki örneği sizlerle paylaşmak istiyorum.

Orduda “alaylı” ve “mektepli” subaylar vardı. Burada “alaylı” subayların orduda nasıl bir istismara, disiplinsizliğe ve düzensizliğe sahip olduklarını bu hikâyeyi okuyunca çok iyi anlayacaksınız.

Bu hikâye yaşanmış bir olayı anlatmaktadır.

Ülkemizde, mevcut iktidarın, yapılan düzen değişikliği ile ordumuzda yine “alaylı” ve “mektepli” subayların yetişmesine sebep olacağı aşikârdır. Halen Millî Savunma Bakanlığı müsteşarının “Orgeneral” rütbesine sahip bir sivil olduğunu biliyoruz. Askerî okulların kapatılması, kurulan Millî Savunma Akademisi’ne askerlikle hiç ilgisi olmayan bir akademisyenin müdür olarak atanması, orduya otuz bin personelin alınacağı girişimleri gösteriyor ki, ordumuzda büyük bir değişiklik yapılmak üzeredir. Bu değişiklikler, iki bin beş yüz yıllık Türk Ordu geleneğini bozacaktır. Orduda disiplin diye bir şey kalmayacaktır. Ve aşağıdaki hikâyeye benzer olaylar yeniden görülmeye başlanacaktır. Tabii ki arkasından yeni mağlubiyetler, bölünmeler ve toprak kayıpları gelecektir. Bir Türk çocuğu olarak bu durumdan son derece rahatsızım. Ordu içerisinde yeniden “alaylı” ve “mektepli” personel yaratılacağından, ordumuzun kamplara bölüneceğinden endişeliyim. Osmanlının son dönemlerindeki durumlara yeniden düşeceğimizden endişeliyim.

Aşağıdaki hikâyeyi lütfen bu gözle ve usanmadan okuyunuz. Sonraki Sayfa »